Her müzik eseri, bestecisini ve dönemini anlatır. Kuşa “ne güzel uçuyorsun, balığa “ne güzel yüzüyorsun”, ceylana “ne güzel koşuyorsun” denemeyeceği gibi, besteciye de “neden ve nasıl vede ne güzel yazıyorsun” denemez. Hangi besteciye? Ün, güç ve para için değil, bir varoluş nedeni olarak yazan besteciye.
“Dinlence – eğlence” müzikleri, yaşamdan bir kaçış, küçük bir molayla, küçük bir güç toplayıp, sıradanlığa devam ediştir.”Sanat müzikleri” ise, yaşamla yüzleşmedir.
Varoluşun kavranması, taraf tutma, hayra doğru değişim ve dönüşüm adına bir başkaldırıdır. “Çok sesli sanat müziği” ve “Türk Musıkisi” ikinci guruba giren müziklerdir. Kullandıkları ses sistemlerinin temel, bilimsel, sağlam dayanakları vardır.
Iki türde de besteci, inancı doğrultusunda, doğanın, ya da Yaradan’ın ona armağan ettiği üstün yeteneği, toplumu uyarma, mümkünse bilinçlendirme adına kullanır. Pastoral senfoni yalnızca müzik değildir, insanın, diğer canlılarla ve doğayla birlikteliğini, ve bu gerçeğin, evrendeki yerini sorgular sanki.Ve barıştan yana bir dünya özlemini sesler. Bu düşünce ve duygular içindeki besteci, ün ve para ve de güç peşinde değildir.
Eşsiz Yaradan’ın sevgili kuludur, bir ermiştir, O’nun sınırsız rahmeti bu eşsiz sanat eserlerinin özündedir. Besteci, çeşitli toplumsal ve ruhsal nedenler, maddi manevi yokluklar içerisinde, isyânkar dahi olsa, böyle bir ışığın konduğu yürek, yani ermiş kişi, yani sevgili kul, mutlaka bağışlanacaktır.Çünkü bu eserler, ancak, O’nu şah damarından daha yakın hissedebilecek duyarlı gönüller tarafından oluşturulabilir.
Bu gönüller, bazen, lâfzen isyankâr , hatta inkârcı olabilirler, ancak ruhen yalnızca O’na secde eden yiğit yüreklerdir.Türk Musıkisi ve çok sesli müzik tarihi bu güzel ve de özel insanlarla, ermişlerle doludur.Ne mutlu bizlere.
Günümüz dengeler günüdür. Eğlence müzikleriyle, sanat müziklerinin içiçe yaşadıkları bir sosyal ortam söz konusudur. Gelişmiş batı toplumları, eğlence ve düşünceyi dengelemeye özen gösteren, bunun için gayret eden toplumlar olarak karşımıza çıkarlar.Opera, senfoni, bale, oda müziği, diskotek ve gece kulübünün dengeli bir biçimde var olmayı sürdürebildikleri bir toplum görünümü içerisindedirler. En azından şimdilik böyle diyebiliriz. Münir Nurettin Selçuk, Osmanlı’nın süzülmüş soylu kültürüyle, Cumhuriyetin devrimci coşkusunu, “Batıya açılan pencere” değil de, “Çağdaş uygarlık” penceresinden, yetenek, akıl ve ahlâkla bakarak birleştirmeyi, bir halk hareketi sıcaklığıyla başarmış özel bir sanatçıdır. Bunda , tüm güzellikleriyle netleşip tarihe mal olmuş bir Türk Musıkisi geleneğini, bu ulusal sanat hazinesini, kadîm üstadların nefeslerinin son kuşağından geçebilmiş olmanın ayrıcalığı saklıdır. Bu üstadlar, her türlü ün, para ve güç kaygusundan yoksun, yürekleri O’nun ışığına dönük ve açık, yeteneklerinin ürünlerini, olmayanlarla paylaşarak, infak ederek, bizlere insan olduğumuzu hatırlatan, dinlediğimizde yüce duygular yaşatan eserler vermişlerdir. Bu uğraşta, küçümsediğimiz “ tek sesli! ” musıkimizin, ses sistemi, usul, makam ve form zenginliği, ve de en önemlisi, ona hayat veren,Yaradan’ın rahmetinin payı büyüktür. Bu musıkide, usta-çırak ilişkisinin, cömert, fedakar, vefalı, üretken, nefis çarpıklıklarından uzak, sıcak ve sevecen ilişkisi saklıdır. Usta-çırak ilişkisi, bir anfide, yüz kişiye kimya dersi vermeye benzemez. Kişinin, müzik aracılığıyla, ahlak ışığında, kendi derinliklerine yolculuğudur ve bu yolculuğu başkalarıyla paylaşmasıdır. O yüzdendir ki , bu güzel insanlarda “Rast” başka bir rasttır, “Nihavent,Hicaz” başkadır.Geniş formlu eserler, büyük soluklu usuller, makamlar, gönül zenginliğinin yansımasıdır sanki. Bu gün kullanılan aynı nihaventtir, ancak besteleyen kişi , “nasıl bir şarkı yazsam da ilk dinleyişte kulakta kalsa, tanınmış bir solist okusa, çok satsa”diye yola çıktığında, o makam, “Ruhsarına aybetme nigâh ettiğimin” diye başlayan yürük semaideki nihavent değildir. Birisinde eser Yaradan’a secde ederken , diğerinin yönü dünya nimetlerinedir.
Tek seslilik-çok seslilik, bir yöntem, bir ifade şeklidir. Nice çok sesli müzik eseri bizlerde, bir keçi boynuzu, bir damla tad için, boşa harcanan emek pişmanlığı yaratmıştır. Nice tek sesli eser ise, gökyüzüyle toprağı yüreklerimizde birleştirebilmiştir. Her dönemde nice çok sesli müzik eseri bestelenmiş, ancak çok azı, birer sanat eseri olarak günümüze kalabilmiştir. Amaç, çok seslilikle yada tek seslilikle bizlere insan olduğumuzu hatırlatan eserler üretmektir.
Dünyamız, iletişim çağında, bir köy kadar küçüldüğünde, ulusal müzik değerlerimizin evrensel sanat dağarcığına katılmasında, çok seslilik yöntemi geçerli bir araçtır.Ben küçük yaşlarımdan başlayarak, Münir baba yorumu aracılığıyla, Türk Musıkisi eserlerinin, klasik batı müziği eserleri kadar değerli olduğuna inanmışımdır. Hatta, bizim eserlerimizin müzikal malzemesinin tek hatlı oluşundan kaynaklanan görece zafiyetinin, ondaki gönül zenginliğinin, yani insanî değerlerin gelişmesine, öne çıkmasına neden olduğunu düşünerek, bundan mutluluk duymuşumdur.Çok sesli müzik, sürekli gelişen saz yapımı teknolojisi ve orkestradaki enstrüman guruplarının ses zenginlikleri ve armoni ve de orkestrasyon sanatının zenginliklerinin getirdiği, lezzetli yemek yapmaya hazır, donanımlı bir çağdaş mutfak görünümündedir. Midemizi bozmayacak kadar yemek yapabilen orta karar bir aşçının alkış alabileceği bir ortam söz konusudur.
Bizim musıkimizde ise besteciden beklenen, bir ermiş davranışıdır.Yani bir çanak hurma, yedikçe çoğalmalıdır. Batı müziğinde, her türlü malzemenin kullanılışındaki ustalık, duyguyu yaratırken, bizde, ahlak ışığındaki duygu, müziği yaratır.Bu tesbit, iki dünya arasındaki temel farktır.
Münir babanın eserleri, yukarıdaki nedenler ışığında, çok seslilik ve orkestrasyon yöntemlerini, zenginliklerini, taviz vermeden, yani ulusallıklarından kopmadan taşıyabilecek bir yapıya ve öze sahiptirler.
Genelde ham yüreklerin sıkça başvurduğu bir tartışma vardır; “Türk Musıkisi, ses sistemi farklı olduğu için çok sesliliğe elverişli değildir”. Burada, ses sistemlerini, ahlaklı müziğin tek oluşturanı olarak gören bir bakış hakimdir.O zaman, insana hayırlı müzikler yapmanın tek yolunun, ses sistemi, yani akustik fizik ölçümleri olduğu gibi bir durum ortaya çıkar.Öyleyse neden her çok sesli müzik değerli değildir, neden her nihavent beste değerli değildir.Demek ki bu eserlere değer katan başka manevi müzikal boyutlar söz konusudur. Bunlara yukarıda değinmeye gayret etmiştim.
Bu gerçeklerden yola çıkarak, Münir babanın eserlerine uygulanacak çok sesliliğin temel dayanaklarının ne olacağını bulmak önem kazanır. Makam kavramının ne olduğunu düşünmekle işe başlamak doğru olur. Makamı oluşturan ses dizilişinin karar sesi, güçlüsü, iniciliği, çıkıcılığı değiştiğinde, seslerin biribirileriyle ilişkileri aynı olsa da, makamın ismi değişir.Çünkü yarattığı müzikal ruh değişmiştir.Türk Musıkisi üstadları böylesine ince düşünmüşlerdir.Batıda, majörlük, minörlük anlayışı, do majör, fa majör, re minör derken, bizler, müzikal ruh değişimlerini özel isimlerle, onlara özel bir saygı sergilercesine, çarigah, acemaşiran, mahur, rast, rehavi, nişaburek, nihavent, sultaniyegah, şehnaz gibi, özel isimlerle ifade etmişiz.Öyle ise her makam bir müzikal ruh halidir.Türk Musıkisini özel ve güzel yapan da budur.Benim çok seslilik anlayışımı bu müzikal ruh hali üzerine inşa etmem gerekir. Bunu yaparken,Türk Musıkisi müzik hattını,Türk Musıkisi sazları ve solistine bırakıp, onları kucaklayacak armoni ve orkestrasyonu oluşturmam doğru olur.Hal böyle olunca çok seslilik, eserin üzerinde rahatça gezinebileceği bir fon, bir halı görevi yapacaktır. Bu benim tercih ettiğim yoldur.Her sanatçı kendi yolunu çizer.Benim bu çabam, yerli-yabancı müzikseverlere bu ulusal zenginliğimizi biraz daha sevdirebilirse ne mutlu bana.Özetlemem gerekirse, bu ulus var olduğu sürece, geleneksel müziklerimiz, geleneksel saz ve üsluplarıyla daima yaşamalı. Bu zenginliği bozmadan, ahlakını zedelemeden oluşturulacak her türlü çağdaş uygulamaya da açık olmamız gerektiğini düşünüyorum.
Münir babadan çok çektim.Gülmeyin. Adamcağızın şarkısını alırlar, notasını değiştirip söylerler.Yani şarkının fiziki yapısını bozarlar.Ya da, nota doğrudur, ancak üslup meyhane üslubudur.Yani şarkının ruhuna ihanet edilmiştir. Bazan,”biz hocayla böyle geçmiştik”diyenler de çıkar.Onlara, “dün gece ne yemek yediniz ? ” diye sormak gerekir. Bellek nankördür. Ben belgeye, bir de üstadın kendi seslendirdiği ses kayıtlarına güvenirim. Belge, kendi el yazmalarıdır. Hamdolsun bunların çok önemli bir bölümü bizde. Bu çalışmayı hazırlarken bu gerçek ve tartışmasız kaynaklardan yola çıktım. Eserleri, ilk düşündüğü ve kaleme aldığı saf yaklaşımlarıyla yorumlamayı tercih ettim. Aynı eserin bant kaydı yorumlarında, o günkü duyguları doğrultusunda yaptığı küçük değişiklikler ve süslemelere çok az yer verdim.Belleğimde saklayabildiğim konser yorumlarına, üslup olarak sadık kalmaya özen gösterdim. Münir babanın eserlerini seslendirmek için bana baş vuranlara da aynı şeyi söyledim, her zaman: “el yazmalarına sadık kalacaksınız, çünkü icra heyeti notalarında çok hatalar var, bunu hepimiz biliyoruz. Bir de, hocanızın kendi yorumları var, bunlar kasetçilerde satılıyor, gidin, alın, dinleyin, tembellik etmeyin, bu yorumlara ihanet etme iznini,sağ olduğum sürece, bu konularda aileyi temsil eden kişi olarak, sizlere vermem” dedim.
Kötü kişi oldum, ve çok da iyi yaptım.Yoksa her söylemek isteyen, bu zor eserleri, kendi sınırlı yeteneği doğrultusunda seslendirecek ve çeyrek asır sonra bu eserler tanınmaz hale gelecekti. Şükürler olsun, ben bu devrimci, mücadeleci ruhu, bana ışık tutan iki eşsiz Mustafa’dan aldım. Birincisi, “bütün beşer yanıyla ilahi, zaman ötesi ve bir daha gelmeyecek olan”, diğeriyse: “Allah her başı dertte olan ulusa böyle bir kahraman armağan etsin”.
*Ne doğan güne hükmüm geçer:
El yazmalarında ilk dikkatimi çeken, eserin sözlü bölümünün ilk perdesinin Dilâviz olması (Töre-Karadeniz), yani koma diyezli Hüseynî: “ NE” doğan güne vs..
Sanki besteci, bir çaresizliğin kırılganlığını, bir baş kaldırı gibi değil, edep ve ölçü içerisinde sesler gibi. Aynı perde “ ah aklımdan ölü MÜM geçer” bölümünde karşımıza çıkar ve çaresiz kırılganlığın ne olduğu, ve hangi güce karşı edepli ve ölçülü olmamız gerektiğini anlarız. Aynı yaklaşımı daha ileride, “her mihnet ka BU lüm” bölümündeki Dilâvizde görürüz. Bütün bunlar, genelde kullanılan notalarda yoktur.Öne çıkmayan, şarkıya gölge etmeyen bir armoni ve orkestrasyonun yeterli olacağını düşündüğüm bir yazı yöntemi uyguladım ve yaşamış bir sesle söylemeye gayret ettim.
*Bahçemde açılmaz seni görmezse çiçekler:
Şairin, sevgiliyi, besleyen, yeşerten bir güneş gibi gördüğü, insan-doğa ilişkisindeki sevgiyi adeta öğütlediği bir şiir ve aynı coşku ve duyarlılıktaki beste.Münir babanın her zaman söylediği, “güzel şarkı güzel şiirden ilham alır” özdeyişinin bir örneği.
Şarkının melodik malzemesinden oluşturulan küçük ezgi parçacıklarının, yaylı sazlarla tahta sazlar arasında söyleşmesi, yaylı sazlarda, viola-çello-kontrabas gibi toprak sıcaklığı veren tınıların, yukarıda, flütlerle gök yüzüne doğru çekilip, şarkıya daha geniş bir akustik mekan verilmesine özen gösterdim. Şarkı boyunca kızlar korosu, solistle söyleşir. Finalde solistin yukarıda bir üst pedal gibi uzayan sesi altında koro ana ezgiyi sunar. Şarkı, Münir babanın sıkça kullandığı, dinleyicisini sıcak bir seda ile selamladığı, güneşe, kuşlara yakın, kafa sesi, bir Tizneva, Tizçarigah ile sona doğru yaklaşıp, ve gene onun sıkça başvurduğu, kendine özgü, bu kez, kafa sesi-falsetto karışımı bir solukla söylenen Tiznevayla, saz ve koronun bir sekizli üstünde finale gider.Bu arada önemli bir ayrıntıyı belirtmeden geçmeyelim.
Lirik sanatta ses, konuşma tonları içerisinde kullanıldığında buna “göğüs sesi-voce di petto”, bunun üzerine bir geçiş bölgesiyle çıktığında , buna “ kafa sesi-voce di testa” denme geleneği vardır. Bu iki durumda da larenks, farklı sistemler tarafından yönetilse de, ses telleri önlü arkalı tam öpüşürler ve güçlü bir tını oluştururlar. “Falsetto” ise suni bir ses olup, ses tellerinin önlü arkalı tam öpüşmeden ve arada boşluk bırakarak oluşturduğu, çok hava harcayan ancak bir lezzet olarak ölçülü kullanıldığında üslubu bozmayan artistik bir yöntemdir ve yalnızca erkek seslerine özgüdür.Benim Münir babada gördüğüm, ve başka hiçbir tenorda rastlamadığım bir özellik ise, “falsettolarının” içerisinde “kafa sesi” çeliğinin bulunması, yani, sanki bir çeliğin üzerinin kadifeyle kaplanmış olması gibi bir şeydir. Bu da, o sesi, salonun en sonuna kadar duyurabilecek taşıyıcılığı sağlıyor. Genelde, lirik-leger tenorların, güç-intensite sıkıntılarının oluştuğu bölgeler, la-sibemol-si-do, gibi tehlikeli perdeler, Münir babanın yorumunda sağlıklı bir belirginlik kazanıyor. Bütün bunların konservatuvarlarda ders, örnek olarak gösterilmesi gerekir. Bunun için de, öncelikle, her alanda kendi güzelliklerinin bilincine varmış, aşağılık kompleksinden uzak, sağlam, bireysel ve toplumsal bir kişilik gereklidir. Bu gün için, maalesef bunlardan söz etmek mümkün değildir.
*Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Geleneksel sazlar ve flüt-ney karışımı, kaba yaylılar eşliğinde, harpın yol göstermesiyle beraber, solist şarkıya başlar.Yaylı saz eşlikli, yalın bir çok seslilik hedeflenmiştir.
Münir babanın, kızlar korosu-solist muhabbetine bu şarkıda da yer verilmiştir. Şarkı akışı içerisindeki Tizçarigah ve Tizneva perdeleri, onun üslubuna uygun bir yumuşaklıkla ele alınmış, ancak hastalıklı bir duyarlılıktan özenle kaçınılmıştır. Bu şarkıda bakır sazlar ve diğer tahta sazların, klarinet, obua ve fagot gibi, kullanımının gereksiz bir yoğunluk oluşturacağını düşündüğüm için, oda müziği sadeliğini tercih ettim. Parça bitişinin, geleneksel Münir baba üslubuyla, ana ezginin bir sekizli üzerinde, bir anı-özlem lezzetiyle oluşmasına dikkat ettim. Harpın üst sesleriyle, kaba yaylıların pizzikatoları, çaresizliğin, kavuşamamanın yürek çırpınışları gibi ele alındı. Bu şarkıda da, el yazmalarından yola çıktım, genelde kullanılan notalarda farklılıklar saptadım.
*Mahur Saz Semaisi
Münir babanın eserlerini dinlerken, onların ait oldukları müzikal ortamdan enstrümantal örnekler vererek, sizleri değişik bir lezzetle mutlu edebileceğimi düşündüm.Bir sonraki şarkıyı özlemenize katkısı olur dedim.Türk Musıkisi örneklerinin, dünyanın her yerinde, batı sazlarıyla çalınabilmesinin, ülkemizin, yani insanımızın gönül zenginliklerinin tanıtılmasına yararlı olacağını düşünenlerdenim. Bu amaçla, özellikle enstrümantal eserlerimizin, saz eseri, peşrev gibi, oda müziği tarzında ele alınmalarının, işlenmelerinin, bu eserlerin yurt dışında da seslendirilmelerini kolaylaştıracağını düşünüyorum ve bu gerçeği birebir kendim yaşadım, bu örnekleri yabancı orkestralara çaldırttım. Her zaman ana ezgiyi seslendirecek Türk Musıkisi sazına ulaşamayabilirsiniz. Farklı dinden bestecilerin takdir görmesinin, Osmanlı’nın demokrat yapısını yansıttığına inanıyorum. Mahur makamının parlak yanını aktarmaya çalıştığım bu güzel eser umarım sizlerin de beğenisini kazanır.
*Aşıka Bağdat Sorulmaz
Bu şarkıyı barış için çaba gösteren tüm kişi ve kuruluşlara armağan ediyorum.
Gerçekten de, barış aşıklarına Bağdat uzak gelmez, onlar ufukları aşıp gidebilecek gönül zenginliğine sahiptirler.
Coşkuda edepli ve ölçülü olunabileceğinin güzel örneklerinden bir tanesi. Katılımcı ve renkli bir yazı olsun istedim. Finale giderken seslenen Tizhüseynî perdesinin, güç gösterisinden uzak, naif ama parlak olmasına gayret ettim.
*Kandilli Yüzerken Uykularda
Ünlü ebeveynlerin çocuklarının genelde kişilik sıkıntıları yaşadıklarına rastlarız.Hatta ailesine bu nedenle nefretle yaklaşanlar dahi vardır. Ben Münir babayı, terlikleri ve pijamasıyla hatırlamam, konserlerde, provalarda hatırlarım. Bu benim için en büyük ayrıcalıktır.Dönem dönem, özel konserlerinde pianoyla ona eşlik edişlerim de böyle mutlu birer kazançtırlar.Geçmişte, icra heyetinin verdiği bir konser için hazırladığım piano eşlikleri de bu güzel ve eğitici birlikteliğin bir parçasıdırlar.Bu eserin girişine, yıllar öncesinden bir nefes ekledik.Üstadın demokrat ve yeniliklere açık yanının bir göstergesi olarak.Vefalı dost sayın Reşit Çağın’a teşekkür ediyorum.
Yıllar önce girişe yazdığım piano eşliğinde,”batıcı” yan sanki ön planda, şimdiki yaklaşımımsa,daha köklerine bağlı bir doku sergiliyor.Giriş, Kandilli’yi uykudan uyandırmadan, sakin ve tutumlu, ve klarinetin uzayan sesi, “şşştt.. gürültü etmeyin”diyor.Yaylılarda uzayan akorları harp arpejlerle tamamlıyor, yakamozlar gibi.Geleneksel sazlara ve soliste gölge edilmemiş.Meyanda her zamanki koro-solist söyleşisi.Ve, okuyuş yöntemi belirlemede en hassas “mixte”bölge.Tam göğüs sesi, yada tam kafa sesinin istenilen sonucu vermediği, ikisinin karışımının duyarlı ve sağlam bir tını oluşturduğu,”böğürmeyi” sevmeyen tenorların, yıllarca çalışarak elde etmeye çabaladığı dörtlü tam aralığı.Bu bölgeyi, Münir baba kadar doğal söyleyebilen bir tenor duymadım. Dilimizdeki, I, U ve Ğ seslerine karşın.
*Bir Başka Tepeden,”Aziz İstanbul”
Toprak kokan alt sesler, gök mavisi üst sesler , geniş bir akustik mekan, bendirle ve koroyla süslenen ilahi lezzet, ninni ve ezan seslerinin karışımı, yani Aziz İstanbul.
Altta yaylı sazlar,bereketli toprak, üstte tahta nefesliler, besleyen güneş, ortada bakır nefesliler ve geleneksel sazlar, eşliğin bel kemiğini oluşturan. Finalde, minareden okunan güçlü bir ezan gibi,Tizneva ekseninde sanki bir hamdediş.Sonra,İstanbul’a, onu Yaradan’a ,coşku ve aşk ve şükran dolu Tizacem , Tizhüseynî.Yaşamış bir sesle okumaya gayret ettiğim bu eseri bilmem anlatmaya gerek var mı?
*Kalamış
Ölçülü ve edepli neşenin, coşkunun bir başka örneği.Yazının katılımcı olmasına, tüm saz guruplarının birlikte bir kutlama ortamı yaratmasına gayret ettim. “Yok zerre teselli” bölümünde, el yazması ve bazı icralarında kullandığı Nîmhicaz’ı, tekrarda ise, gene, sıkça kullandığı Çarigâh’la dönüşümlü olarak değerlendirdim.Meyan kısmında, eski İstanbul’lu yansıtmaya çalıştığım çok seslilik anlayışı söz konusu. Biribirini okşayan, dokunan, ara sokaklarda selamlaşan, zamanı telaşsız yaşayan, akıllı, duyarlı bir armonik yapı oluşsun istedim.Gazel’e gelince, gene Münir babanın öğütlerinden yola çıkarak, başkasının söylediği bir gazelin tekrarlanmaması gerçeğini hayata aktarmaya çalıştım.Çünkü gazel bir doğaçlamadır. Ancak bu noktada Münir babanın bizlere haksızlık ettiği kanısındayım. Kendi eserine, kendi sesine uygun öyle bir gazel oturtmuş ki, aynı yaklaşımdan yola çıkarak, başka ve güzel bir şey yapmak neredeyse mümkün değil.Öyleyse yaklaşım değiştirerek Münir babanın öğüdünü gerçekleştirmeye çalışalım dedim.Gazele daha masalsı, öyküsü olan bir çehre verelim, gazeli adeta görselleştirelim, bir aşk hikayesi anlatalım dedim.Münir babadan tamamen kopmadan, ondan bazı malzemeler alarak, akıl ve duyarlılığına ihanet etmeden, bütün aşk hikayeleri gibi, özü aynı, ama zamanı farklı bir müzikal film oluşturalım. İşte, gazelin birinci bölümünde, kendine güvenen, güçlü bir Radames edasıyla başlayan macera, ikinci yarıda, “ses çıkmıyor artık”la, yelkenleri suya indirsin, ve bunun da doruk noktası, kırılgan bir Tizacem olsun istedim.Yaylı sazların pizzikatolarla dem çekişleri arasında, üç kanuncunun,dayanamayıp, peşpeşe geçiş yapışları,bu toplu coşkuyu yansıtsın diye düşündüm.
*Nihavent Longa
Biraz dinlenmek hakkımız değil mi? Bu neşeli ezgiye bir flüt solo ilave ederek sizlere sundum.
*Rindlerin akşamı
Geleneksel sazlar eşliğinde dua gibi seslenen bir giriş.Bildiğimiz yaşamla bilemediğimiz ölümü anlatan şiir ve müzik.Gerçekle hayal karışımı bir eşlik oluşturmaya gayret ettim.Segâh makamının büyülü müzikal atmosferini geleneksel sazlarla soliste bıraktım.Karmaşık armonik çözümlemeleri, orkestrasyonla, hiçbirşey yazılmamış havasına sokmaya çalıştım.Meyanda yaylılardaki vurgularla, Düyek lezzetini, sanki bir kader gibi aktarmak istedim.Sonra bir sükunet ve tevekkül.. “geçince başlayacak..vs..”. Bu eser baş kısma dönülmeden biter.Ancak konserlerde, başa dönüp “dönülmez akşamın ufkundayız..” bölümünün tekrarlanması dinleyiciyi mutlu ettiğinden, kalıcı CD kayıtları dışında bu küçük lisansın uygulanmasında bence bir sakınca yoktur.Ben, Münir babanın söylediği gibi tekrarsız şeklini tercih ettim ve gene yaşamış bir sesle söylemeye çalıştım.Bu mistik eseri, bir elinde mikrofon, diğerinde rakı kadehi, ağzında “Bismillahirrahmanirrahim”le, kendisini dinleyen, dörtyüz promil alkollü çaresizlerin salyalı korosu eşliğinde seslendiren meyhane şarkıcılarından duyduğum zaman, “Allah bu insanlara doğru yolu göstersin” diyorum.
*Endülüs’te Raks
Ölçülü, edepli bir coşkunun baş yapıtı.Nazım’ın “Güneşi içenlerin türküsündeki”gibi, bıktırmadan bizleri sürükleyen dörtnala coşku; “Bütün büyük sanatçılar devrimcidirler’ in” kanıtı sanki, şiiriyle, bestesiyle.Cumhuriyet dönemi örnekleri içerisinde, serbest form ve makam uygulaması açısından çok özel bir eser.Ben bunlara “destan şarkılar” diyorum. Ancak günümüzde yorumlandığında “raks ortasında bir durup”dedikten sonra solistin ve sazların neden durduklarını anlayabilmiş değilim.Zihin özürlülere konser mi veriyorlar, durmak fiilini neden görselleştirme gereği duyuyorlar? Münir babanın üç ayrı ses kasetinde de bu şarkı kesmeden icra edilmiş, el yazması notalarda da bu böyle. Araştırın ondan sonra söyleyin benim tembel kardeşlerim.Son olarak, şarkının hemen başında,”zil , şal ve gül” bölümünde,”ZİL” sözcüğünden hemen sonra, sazların ve solistin müziği kestikleri bir örnek dinledim”, ben yaptım oldu” dercesine.Tabii izin vermedim. Bir süre sonra bu şarkı “Dizi Şarkı” olarak bölümler halinde yayınlanırsa şaşırmayın! Müzikhol şarkıcıları, alkollü kafalara şarkı söylerken,”gözümde yaş” dediklerinde gözlerini gösterirler.Bu anlaşılabilir.Çakırkeyif dinleyen kafalar, bir noktadan sonra harfleri ayırt edemezler, ve istenmeyen yanlış anlaşılmalar olabilir!.Allah rızası için söyleyin, siz hiç Münir babayı, sahnede, “raks ortasında bir durup” dedikten sonra, hazırola geçmiş bir vaziyette düşünebiliyor musunuz? Ne zaman gelecek bu “müsamere” yaklaşımının sonu?
*Otomobil Uçar Gider
1940 ların müzikal film anlayışı içerisinde ele almaya gayret ettiğim bir örnek. Elle çalışan, tombul, lastikten yapılma otomobil kornası sesleri ve finalde, s u kaynatıp tekleyen, yavaşlayan ve duran eski model arabaları anlatmaya çalıştığım eğlenceli bir orkestrasyon.
Bu şarkıları,yalnızca Türk Müziği sazları eşliğinde okur gibi seslendiremezsiniz.Seste, senfonik orkestrayı ve armonik yapıyı taşıyacak bir “iç dinamik” oluşturmak mecburiyeti vardır, yoksa yazı sizi ezer geçer.Yukarıda bahsettiğim “kadife kaplı çelik” bunun için gereklidir. Ancak bu eserler “böğüren tenor”u da kabul etmez, çünkü birer fiziki güç gösterisi değildirler.Opera sanatında,Tenor aryalarını baritona söyletebilir misiniz? “La donna e mobile” aryasında finaldeki Tizhüseynî perdesini tenor kardeşim söylemek mecburiyetindedir.Bu aryayı üçlü majör aşağı çekip bariton kardeşime söyletirseniz sizi yuhalarlar.Münir babanın eserlerini en fazla bir ton aşağıdan söyleyebilirsiniz, oda müziği eserlerine, “Schubert Lied’ler” gibi, uygulanan bu yöntem kabul edilebilir.Ancak üçlü majör, yada tam dörtlü aşağıdan okursanız , bu parlak ve zarif eserler, güvercine özenip havada takla atmak isteyen deve kuşu görünümü alır ve bu çaresizlik, sanatçı onuruna yakışmaz.Ben bu çalışmada Bolahenk akordunu uyguladım, doğayla bütünleşen sevdiğim parlak bir düzen olduğu için.Münir babanın konser üslubuna ters düşmemeye, lirik sanat kurallarını uygularken, geleneksel lezzetleri yok etmemeğe gayret ettim, ve şunu gördüm: “kimse onun gibi söyleyemez”, ancak “her ahlaklı sanatçının sergileyebileceği bir ahlaklı yorum vardır”. Sanatı sanat yapan da bu çabalardır.
Türk Musıkisi sırçadan yapılmış bir sanat eseri görünümünde,ancak, çatlatmadığınız, koruyabildiğiniz sürece asırlara kafa tutabilecek güçtedir.Ona uygulanacak çok sesliliğin bu sırçayı zedelememesi gerekir. Ana ezgi, ses sisteminin tüm inceliklerini yansıtacak, geleneksel sazlar aracılığıyla oluşturulmalıdır.Uygulanacak armonik yapı, tüm karmaşıklığı içerisinde, sade ve olağan bir tını oluşturmalıdır.Bu tını içerisindeki, makamsal lezzeti oluşturan seslerin, diğer sesler tarafından örtülmemesine, orkestrasyon ve icra sırasında özen gösterilmelidir.Akorun dengesi bozulduğu an, kulaktaki müzikal çağrışımın bizleri farklı lezzetlere götüreceği ve bunun da makamsal müzikal atmosferi zedeleyeceği titizlikle dikkate alınmalıdır.
Münir babanın eserlerini okumak isterseniz el yazmalarına sadık kalmak durumundasınız.Kendi seslendirdiği kayıtlardaki değişik yaklaşımları, eğer bende yoksa, bize iletmek ve onay almak suretiyle, ve becerebiliyorsanız şayet, uygulayabilirsiniz.Ticari kaygıları öne çıkaran pop müzik üslubuyla, elektro gitar, bas gitar, keyboard, bateri gibi sazlar eşliğinde, farklı insani değerlerden oluşmuş bu eserlerin, tüketim değerleri doğrultusunda ele alınmalarına, yani “pazarlanmalarına” izin vermeyeceğimizi bilmeniz gerekir.Türk Musıkisi sazları eşliğinde, yada, eğer çok sesli sunacaksanız, oda müziği, yahut senfonik müzik tarzında, ve uygun bir çok seslilik ve orkestrasyonla seslendirmenize bizim onaylamamız koşuluyla izin verebiliriz.
Kısacası, Mimar Sinan’ın Selimiye camiinde, minberin yanına, lahmacun yada hamburger büfesi açamazsınız.
Sevgili kardeşlerim, benim elimden bu kadarı geldi. Bütün emeklerimi, beğenseniz de, beğenmeseniz de, helâl ediyorum.