Tehcir Üçlemesi 2. İşte Öyle Bir Göç
1964 yılında Paris’e müzik eğitimi için gittiğimde, okulda bana ilk sorulan şu olmuştu: “Ermenileri neden öldürdünüz?” O güne kadar hiç duymamış olduğum bu soru karşısında çok şaşırmıştım. Eski okul bilgilerimi hatırlamaya çalıştım, böyle bir bölüm anılarımın arasında yoktu. İstanbul’un fethi, Çanakkale, Kurtuluş savaşları, Cumhuriyetin kuruluşu, Devrimler, bunları okumuştuk, ancak Ermeni katliamı diye bir konuyu hiç ama hiç duymamıştım. Sizlere sıkıntımı sözlerle anlatmam mümkün değil. Her seferinde sanki yüreğim daralıyordu, iyi yetişmiş bir Türk genci olarak çaresizliği kendime yediremiyordum.
Gittiğim berber, beyaz peynir aldığım bakkal, hepsi Ermeniydi ve Türkiye’den göçmüşlerdi. Bir gün olsun bana böyle bir konuyu ima dahi etmemişlerdi. Paris’te bu konuyla ilgili olarak, yansız bir kitap bulamayacağımı kısa sürede anlamıştım. İstanbul’da, annesi Rum olan yakın bir arkadaşımdan beni aydınlatacak bir kitap varsa almasını ve göndermesini rica ettim. Bu konuyu işleyen bir kitap yoktu, bulamamıştı, bana bir şey yollayamadı.
İstanbul’a geldiğimde aileme danıştım, bir takım acıların yaşanmış olduğunu söylediler, ancak tarihî bir temel sunamadılar. Ben de araştırdım, ancak kopuk bilgiler dışında, elle tutulur geniş bir bilgiye rastlayamadım. Belki de az sayıda kitap vardı, ama ben ulaşamadım.1975 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yapana kadar bu böyle sürdü.
Asala terörüyle birlikte dış işleri görevlilerimiz öldürülmeye başlayınca, Türk’ün aklı yavaş yavaş başına geldi. Bu konuda horlayarak uyuyan devletin uykusu kaçmaya başlamıştı. Ufak, cılız seslerle, gerçeklerin söylendiği gibi olmadığı fısıldanmaya başlandı. Ancak atı alan diaspora Avrupa’yı geçmişti. Anlaşılan iktidarlar bu konuyu örtbas etmeyi tercih edip, bir saatli bombayı çalışır hale getirmişlerdi.
Beni bütün öğrencilik yıllarımda ve sonrasında, yurt dışına her gidişimde mahcup bırakan politikacılarımız, tarihçilerimiz…Hâlâ, Çanakkale savaşında Mustafa Kemal’ in katkısını, Abdülhamit’ i, Vahdettin’ i, İttihat ve Terakki ve Sarıkamış’ ı tartışan ve bir karara varamayan araştırmacı yazarlarımız…Devlete ters düşmek pahasına da olsa, gerçekleri bizlere neden aktarmadınız? Ne hakla bizlere bu ayıbı yaşattınız, başımızı eğik bıraktınız? *Politikacılar bu konunun işlenmesini istememiş olabilirler. Bizler de halk olarak üzerimize düşen, “sorgulayan yurttaş” görevimizi yerine getirmemiş olabiliriz. Ancak bu konuları araştırmak ve bizleri aydınlatmak sizin asal görevinizdir. Son yıllarda sera çiçekleri gibi açtınız, sular seller gibi şakır oldunuz maşallah, daha önceleri nerelerdeydiniz? Koca bir ulusu haksız yere böyle büyük bir töhmet altında bırakmaya nasıl gönlünüz razı oldu?
On yıldır giderek artan sayıda kitaplar çıkmaya başladı, çok geç, ama hiç yoktan iyidir. İnşallah bundan sonra, ulusça hepimizi ilgilendiren konularda, gecikmeden bizleri aydınlatırsınız.
(*Ahlaklı siyasetçi ve yurtsever devlet adamı vasıflarına sahip olmayan, fırsatçı, çıkarcı ticaret erbabı.Y.N=Yazarın Notu)
Osmanlının birçok cephede savaştığı 1915 yılında, bu zafiyeti fırsat bilerek ayaklanan Taşnak ve Hınçak çeteleri, arkalarına Çarlık Rusya’sı, İngiltere, Fransa ve deniz aşırı istilacı Amerika’nın da siyasi desteğini alarak, doğuda Müslüman köylere saldırdılar, oradaki halkı, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç demeden vahşice öldürdüler. O toprakların kendilerine ait olduğunu düşünüyorlardı, düşünebilirler ve bu doğrultuda insanlık dışı bir vahşeti de göze alabilirler. Ancak, Osmanlı devletinin de, o toprakları koruma ve savunma hakkı vardır ve bunu kullanmıştır, adam öldürerek değil, kendisini arkadan vuran çetelerin huzursuz edeceği, kışkırtacağı insanları imparatorluğun başka bölgelerine sürerek. Bu çetelerin, daha sonra kandırılıp, Fransız ordusu bünyesinde Maraş, Antep, Urfa ve Adana’ da kullanıldıklarını ve uğradıkları yenilgiden sonra, başarılı olamayınca, bir bölümünün, mecburen, gemilerle Marsilya’ ya götürüldüğünü biliyoruz. Fransa’nın bu konudaki yumuşak karnı bu gerçeğin üzerine oturur. Bunları geç de olsa öğrendik, artık başımız eğik değil.
Sürgün sırasında yollarda eşkıya saldırısına uğrayıp hayatını kaybedenler var. Bu haydutlar nereden geldi? Manisalı çakır Osman, ya da Edirneli topal Niyazi çetesi miydi saldıran? hamidolara, koçerolara ben bile yetiştim. Neyi kimden saklıyoruz, yoksa Avrupa birliğinden mi çekiniyoruz bu çetelerin o bölgede yoğun bir biçimde yaşayan güneydoğu kökenlilerden oluşabileceğini söylemeye ? Tarih korkuyla ne yazılır ne de okunur. Tarihi yazmak da okumak da cesur insanların işidir, bu iş akvaryum balığı işi değildir. Bir “büyük beyaz” yalnızlığını koca bir okyanusta taşıyacak yüreğiniz yoksa, bu işlere soyunmayacaksınız. Savaştan sonra Revan’dan (Erivan) Anadolu ya beş yüz bine yakın Türk göçtü, bunu neden göz ardı ediyorsunuz?
Bütün bunlar savaşların sonucunda oluşan acı gerçeklerdir. Bu gerçeklerden, yağdan kıl çeker gibi sıyrılamazsınız yerli ve yabancı “diasporacılar”. Asıl olan, savaşa karşı çıkmaktır. Çünkü savaşın olduğu yerde insanlık olamaz.
“Bu topraklar bizimdir” deyip ayaklanmak ve savaşmak anlaşılabilir bir duygudur, ancak, “Kan ve güçle alınan, ancak kan ve güçle geri verilir, eğer gücünüz yeterse” diyen ve bu inanç doğrultusunda toprağını savunanlara, savaşanlara aynı hakkı tanımak koşuluyla. Bu gerçek, bu gün güneydoğuda terörü sürdürenler için de geçerlidir.
“Gücü gücü yetene helâl, ve yenene yok izmihlâl”. (Tak-Tik oyun müziği, Dolabın Türküsü, Can Yücel)
Acılar karşısında, savaş ve terörden kaynaklanan ölümler karşısında, Türk’te değilim, Ermeni’de değilim. Vicdan sahibi ahlâklı bir “insan”ve ahlâklı bir “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım”, en azından böyle olmaya gayret ediyorum. Dış ışleri görevlilerimize ne kadar canım yanmışsa, diğer kayıplar için de aynı ölçüde üzülüyorum.
Ancak, “kimseden özür dilemiyorum, dilemeyeceğim”; “acıları bal eylemek için”, bundan sonra Türkiye’de ve iki cumhuriyeti oluşturan vicdanlı insanlar arasında, tarihten ders alıp huzur ve barış adına çaba göstermek isteyenlere ben de seve seve katılıyorum. Ancak aramıza dahili ve haricî bedhahları sokmamak koşuluyla.
Şimdi ben size iki özür mektubu örneği sunuyorum:
Örnek 1…
*Dedelerimiz 1915 yılında, yabancı güçlerin oyununa gelerek, Osmanlının zafiyetini fırsat bilip, doğuda, Türk, Kürt ve Ermenilerin yıllardır birlikte yaşadıkları köylere
saldırdılar. Oradaki Müslüman halkı, kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden hunharca katlettiler. Daha sonra güvendikleri güçler tarafından aldatıldılar, terk edildiler ve sonunda mağlup oldular.
Yaşattıkları bütün bu insanlık dışı acılar için, bu masum insanların torunlarından özür diliyoruz.
Hınçak, Taşnak çetesi torunları.
Örnek 2…
** Gecikmiş “gönül barışını” oluşturma görevini, bu güne kadar hiçbir konuda anlaşamamış olan tarihçi ve politikacılara bırakmayalım. Acıları bal eyleyelim. Çocuklarımıza, torunlarımıza ve yarınlara armağan edebileceğimiz, barış ve huzur dolu bir komşuluğu oluşturmak için, el ele, omuz omuza, “halkların kardeşliği” için mücadele edelim.
Türkiye Cumhuriyetinin ve Ermenistan Cumhuriyetinin vicdanlı, ahlaklı yurttaşları.
Sizce hangi mektup, hangi anlayış daha doğru, yani daha yapıcıdır,… bir düşünün bakalım sevgili okurlar?…
Bugün, böyle bir yazı da yazmak geldi içimden…(19 Ocak 2009)