Hukuk, Sanat, İnsan
1983 yılı olmalı, 80 öncesi bir konser nedeniyle hakkımda dava açılmış Silifke’ de. Sayın Ferit Edgü beyefendiye sıkıntımı anlattım, beni, değerli hukukçu sayın Çetin Özek beyefendiye yönlendirdi. Değerli avukat bana, Silifke’ ye kadar gitmem gerekmediğini, ancak gitmek istediğim koşulda, söylediğim şarkılarda bir suç unsuru bulunmadığına inandığımı içtenlikle anlatmamın yeterli olacağını, ve hukuka ve mahkeme heyetine güvenmemin en doğru yol olduğunu söyledi, ve ekledi, “yanınızda bir avukatla gitmenize gerek yok”. Hatırladığım kadarıyla şarkılardan biri “1 Mayıs ” şarkısıydı.
Aldığım aile terbiyesi, kişiliğim ve hukuka saygım doğrultusunda mahkemede şahsen bulunmamın doğru olacağına karar verdim. Bir gün öncesinden uçakla Adana’ ya, oradan taksiyle Mersin’ e ulaştım. Bir gece otelde konakladım ve ertesi sabah taksiyle Silifke’ ye gittim ve mahkeme binasından içeri girdim. Üst kata çıktım. Büyük bir taş salonda, elli, altmış kişi olduğunu sandığım bir gurup insan, köylü, kasabalı, dava sırası bekliyor, yada yargılanacak yakınları için gelmişler. Jandarmalar mahkeme salonunun girişinde dizilmişler. Görevliye sordum, beni ilan tahtasına yönlendirdi. Okudum; ismim,… yanında “kom.poro.” … ve duruşma saati, ben bir dava zannederken iki adet “kom.poro” çıktı karşıma, demek iki ayrı davadan yargılanacaktım. Acaba ikinci şarkı neydi? İspanyol meyhanesi olamazdı, düşündüm, “kom.poro.” isminde bir bestem yoktu. Merak ettim sordum, “kardeş kom.poro. ne demek?”, komünizm propogandası demekmiş. Hukuka saygı anlayışımın kazandırdığı ilk değerli bilgiyle donanmış olarak düşünmeye başladım; “günlerin bu gün getirdiği baskı zulüm ve kandır… bir mayıs işçinin emekçinin bayramı…vs”. Çetin bey aklıma geldi, suçsuz olduğumu içtenlikle anlatmam için adı geçen marşı mahkeme heyetine söylemem gerekir miydi?
Uzun bir bekleyişten sonra, duruşma salonuna alındım. Taş bir salon, ortada büyücek bir soba, tavanın neredeyse tamamı cam, ek yerlerinden yağmur sızıyor, yüreğim burkuldu, içimden mırıldanmaya başladım; “on yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan…” Karşımdaki yükseltinin üzerinde büyük bir kürsü, arkasında mahkeme heyeti; yargıç, ve, doğru hatırlıyorsam iki savcı, altta bir daktilo ve katip. Eşsiz Yaradan’ ın Münir babayı birinci sınıf rahmet ipliğiyle dokuduğu tezgahtan yere saçılan ikinci sınıf pamuklardan dokunan yüreğim, ve paşaların paşasının dik tutmayı öğrettiği, ışığı ilk hissedenlerden olan alnım bana, sevgili mahkeme heyetinin, benim oraya gelmiş olmamdan mutluluk duymuş olabileceğini fısıldadı sanki. Yanılmamışım. İlerleyen dakikalarla birlikte, tarafsız bir hukuk anlayışını adalet ve bilgi ışığında uygulayan, ve, bütün bunları insan olduğunu unutmadan yapan değerli bir mahkeme heyetiyle karşı karşıya olduğumu anladım ve kendimi evimde hissettim. Demek ki HUKUK, namuslu insanların sığınacakları en güvenilir yuvaymış diye düşündüm.
Savunmamı yaptım, bir çok yerinde savcı araya girdi ve yardımcı oldu, dava, şarkı sözleri nedeniyle ileri bir tarihe ertelendi bilirkişi raporu için. Benim duruşmam son duruşma olmalı ki, mahkeme heyeti kürsüden indi ve tanışıp sohbet etme imkanı doğdu. “Sizi beklemiyorduk” dediler. Dilim döndüğü kadar yukarıda özetlediğim duygularımı anlattım. Memnun oldular. Gelecek celsede bulunmama gerek olmadığını söylediler, ben katılmak istediğimi söyledim. Dostça vedalaştık.
Birkaç ay sonra yeniden yola koyuldum. Ancak ulaşım azizlikleri nedeniyle davanın sonuna yetişebildim. Bilirkişi raporunun temiz olduğunu ve heyetin beni beraat ettirdiğini söylediler. Teşekkür ettim. Biraz sohbet etme fırsatımız oldu. Yeni bir uygulamayla artık altı aylık bir stajla ağır ceza hakimi olmanın önünün açılacağı konusundaki sıkıntılarını benimle paylaştılar. Bu durum nedeniyle bazı yargıçların avukatlığa dönebileceğinden söz ettiler, ağır ceza yargıçlığının uzun deneyimler gerektirdiğinden söz ettiler. Karşılıklı iyi dileklerden sonra vedalaştık. Bu güzel ve fedakar hukuk insanlarını saygıyla anıyorum.
Bundan daha önceki bir tarihte, Ankara sıkı yönetim komutanlığında ifade vermem gerekiyordu. Galiba Adana’ da verdiğim bir konser nedeniyle. Rahmetli Uğur Mumcu dostuma konuyu açtım, değerli hukukçu, değerli insan Emin Değer beyefendiyi aradı ve beni yalnız bırakmadılar, üçümüz ifade vermek üzere komutanlığa gittik. Son derece kibar bir askeri savcı bizi karşıladı, oğlunun bizim şarkılarımızı çok beğendiğini, ve bu sorgulamanın sıradan bir uygulama olduğundan söz edip beni rahatlattı. Rahmetli Uğur ve değerli Emin beyefendiyle keyifli bir sohbet sonunda oradan güven ve dostluk duygularıyla ayrıldık. Sanırım şarkı, Orhan Veli’ den “Pireli Şarkı” ydı.
Rahmetli Münir babanın son yıllarında, ablamın evine, babamın, sanatçı ve diğer dostları ziyarete gelirlerdi. Osmanlı’ nın süzülmüş soylu birikimi ve cumhuriyetin devrimci coşkusunun verdiği her zamanki onurlu duruşuyla bakardı onlara Münir baba. Hali varsa şayet, onlarla salonda sohbet etmeyi tercih ederdi. Duruşunda hem bir mutluluk hem de, sanki buruk bir hüzün olurdu, yada bana mı öyle gelirdi bilmem. Dostları görmenin mutluluğu, dışarı çıkamamanın zorunlu tutsaklığına karışırdı sanki. Bir de, artık eskisi gibi olmayan, ve hiçbir zaman geri gelmeyecek olan, kendi oluşturduğu soylu Türk musıkisi konser üslubunun, değişen, yozlaşan, insan ilişkileri, yaşam koşulları ve musıki anlayışı doğrultusunda elden kayışına, ve bunun Türk toplumunun yüreğinde bırakacağı büyük boşluğa dalardı gözleri. Hüzünle mutluluk, bu güzel insanın nurlu yüzüne nasıl böylesine yalansız yansıyabilir diye düşünürdüm. Bir sanat tarihini coşku ve iman ve inançla taşımış olan kişilik, sanki, bakışlarının yansıttığı hüzünlü mutluluğu örtmek istercesine, inatla koruduğu toplumsal umudu, “gelecek bahar görüşmek üzere” diyen solgun bir çiçek gibi, hüzzam bir gülümsemeyle süslerdi yüzünü.
İşte aynı gülümsemeyi, soyadı benzerliğinden ve şahsına duyduğum sevgi ve saygıdan mıdır bilemem, muhterem İlhan Selçuk beyefendinin bilge tebessümünde gördüm. Çeşitli meslek ve dünya görüşünden insanların “ben de gittim” ziyaretleri, beni yıllarca öncesine götürdü. Duruşma salonunun tavanındaki camların arasından yağmur damlaları, özlem dolu diğer anılarla karışıp sızdı içime.
Değerli yazarımıza geçmiş olsun duygularımı, geçireceği önemli ameliyat için sağlık dileklerimi kalıcı ve içten bir yazıyla sunmayı tercih ettim. Belki bütün bu yazıyı bestelesem onun yazılarına yakın bir güzellikte olurdu. Ancak hurma da, keçi boynuzu da ağaçta yetişir, yeter ki dik durmayı bilsin ağaç.
Her zamanki, sevgi, dostluk ve saygılarımla.
(13 Nisan 2008)