Bir Yazının Düşündürdükleri…

Pek değerli Oktay bey kardeşim…

…….. Otuz üç yıl aradan sonra nihayet kutlayabildiğimiz  “1 Mayıs” bayramından sonra yazmış olduğunuz yazı beni çok mutlu etti ve derin düşüncelere sürükledi. Hemen, telaşla  bir şeyler yazmak içimden gelmedi, beklemeyi, demlemeyi tercih ettim.

Sayın Süleyman Çelebi beni aradı ve “bıraktığımız yerden devam ediyoruz sizin şarkılarınızla” deyince yola çıktık. Son törende söylediğimiz şarkılar, …1 Mayıs, …Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ la  yeniden “merhaba” diyecektik.

Her sanatçı inandığı yolu seçer. Yalnızca şöhret ve para da bir seçimdir, bu doğrultuda çalışmalarını sürdüren sanatçı kardeşlerimi ayıplamamak gerekir. Eğer “fikir-zikir” çelişkisi varsa o zaman  eleştiri hakkımız doğabilir.

Çocukluğumdan beri akvaryum balığı olmadım, hep taraf oldum, belki eğri  belki doğru, ama seyirci olmadım, izledim, takip ettim, işçi sınıfı kuyrukçuluğu, halk kuyrukçuluğu  yapmadım, bir “büyük beyaz” yalnızlığını tercih ettim. Bazı insanların daha çok ezildiğini gördüm, “kol gücüyle çalışanlar daha çok eziliyorlar” diye düşünürdüm. Sonra, hayatı tanıdıkça, bizim ülkemiz gibi ülkelerde, bilim-sanat-felsefe çalışanlarının daha çaresiz bir ezilmişlik içerisinde olduklarını saptadım, hem kendimde, hem babamda bunu yaşadım. Kuru bir EMEK anlayışı yerini “ahlaklı insanların yaşadıkları acılar”, “ahlaklı insanların gasbedilen emekleri, hakları” duyarlılığına bıraktı. Bu düşünce bana çok daha sağlıklı geldi. Tek parti, işçi partisi, tek sınıf, işçi sınıfı ve diktatoryası, ve yalnızca işçinin emeği, bunlar benim kabul edebileceğim görüşler olamazdı. Neden mi? Çünkü ahlaksız işçi de, ahlaksız solcu da gördüm. Yani benim için belirleyici olan  “ahlaklı insan” olmaktı. “Ahlaklı” ne demekti? Onun cevabını da şöyle düşünürdüm: “kadınlara, analara sorun, onların  cevaplarını alt alta sıralayın, işte ahlaklı insanın tarifi”.

Din toplumların afyonudur… tanımlamasını  düşündüğümde, “kutsal değerler üzerinden halk kandırılabilir, uyutulabilir” yorumunu bizim ülkemizin gerçeklerine daha yakın buldum. Buradan yola çıkarak benim bu kutsal değerleri de bilmem gerektiğini anladım. Böyle bir ailede yetiştiğimden bu benim için zor olmadı, ilahiyat profesörü olmadım, ancak bilinçli bir yurttaş olma yoluna girdim. “Eşsiz Yaradan’ın adı en çok ahlaklı insanların ağzına yaraşır” diye yüksek sesle söyleme gücünü buldum. Benim bu söylemim “sentetik solcularla” “organik solcu” kardeşlerimi ayırt etmeme, tanımama yardımcı oldu. Çok da iyi oldu. TEKEL bursuyla alkollü içecekler üzerine  yüksek lisans yaparken Türkiye’yi kurtaran  değerli  kardeşlerimle yollarımı ayırdım. Sağlığıma kavuştum. Dostlarımla güzellikleri kutlamak için “sosyal içici” olmayı tercih ettim, “ben içki içmem, sigara da içmem” demek benim yapıma ters düştüğü için. Toplumcu dünya görüşümü, bütün dürüst insanları kucaklayacak bir anlayışa taşımaya çalıştım. Sosyalistim diyebilmek için, önce bu görüşe sığınarak insanlara yaşatılmış olan acıları, sürgünleri, hapislikleri, ölümleri, işkenceleri  halka anlatmak ve bu davranışları lanetlemek gerekir dedim. Sonra bizim insanımıza uygun bir sosyalizan anlayışı oluşturup tarif etmek, anlatmak  gerekir. Onun için ben, “sosyal devletten yana toplumcu bir görüşe sahibim” demeyi yeğledim.

“Ahlaklı İnsan”ı , “Ahlaklı Yurttaş”ı en üste koydum. “Bütün ahlaklı insanlar, bütün ahlaklı yurttaşlar kardeştirler” dedim. Etnik , siyasal, dini ve cinsiyet aidiyetlerini bu bütünleştirici çatının altına koydum. Bir baktım ki, benim anlaşamayacağım kimse kalmamış, ahlaksızlardışında.

Kıymetli Oktay bey kardeşim,

Siyasete atılmış olanlar için iktidar-muhalefet ayırımı yapmadan, “kardeşlerim” tanımlamasını kullanmayı tercih ederim, aksi kanıtlanana kadar. “Aynı havadan, sudan, topraktan yoğrulduk” diye düşünürüm. Ancak bazıları bana daha yakındır, diğerlerinin  düşünce, uygulama ve yöntemleri bana ters gelebilir.

Günümüz iktidarına baktığımda, 1946 sonrası yapılmış olan yanlışların kurnaz bir birikimini ve hayata  uyarlanmış şeklini görürüm. Yaradan’ın adının anılmasının laikliğe ters düşeceğini düşünen “yanlış Cumhuriyetçilerin” bıraktığı boşluğu “ iş bitirici” bir biçimde doldurmuşlardır. İnandıkları dini değerler doğrultusunda yaşamak isteyen yurttaşlarımızın isteklerini  kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başarmışlardır. Bu değerlere inandığını söyleyen, ancak her alanda önü kapalı olan  ticaret ve siyaset meraklıları, yurt içi ve yurt dışı maddi ve manevi destek odaklarını başarılı bir biçimde oluşturdular ve bunu oya dönüştürdüler.

Bazı cemaat ve tarikatların iki “temel düşman” anlayışı vardır, Atatürk ve Ordu. Çocuk yaşlarından başlayarak bu anlayışı müritlerine işlerler. Sahipsiz insanlar, kendilerine iş bulan, oturacak uygun ev bulan, evlendiren, kendilerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayan bu sosyal dayanışma çemberi içinde kendilerini güvencede hissederler, ve yapılması istenilen şeyleri yaparlar, başlarını örterler, namaz kılarlar, oruç tutarlar, cumaya giderler. Bunun anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Bu kardeşlerimizi bunun için aşağılamak acımasız bir yaklaşımdır. Sorgulanması gerekense, “biz neden bu kardeşlerimize sahip çıkamadık” sorusudur. Bu yakıcı bir sorudur, bu “laik cumhuriyetçilerin, aslan solcuların”, yani bizim aczimizin ilanıdır, 46 dan sonra tahrip edilmiş olan sosyal devletin çöküşünün itirafıdır.

Eğer sekiz yıldır aynı iktidar işbaşındaysa burada muhalefetin  yetersizliğinin sorgulanması gerekir. Muhalefet edenler  iktidarı aşarak halka ulaşabilmeyi başaramadılar demektir.

Benim “sevgili iktidarla” yollarımın kesin olarak ayrılması, güvenimin sıfırlanması “dokunulmazlıkların söz verildiği halde kaldırılmaması” ve “1 Mart tezkeresiyle” başlar. İktidar yöneticilerinin, topraklarımızı Amerikan askerlerinin konuşlanmasına açmak istemeleri ve sınırlarımızı açarak Irak’a kuzeyden girmelerine  izin verilmesini desteklemeleri ve bu doğrultuda meclisten olur istemelerini insanlık ve komşuluk dışı bir davranış olarak görmüşümdür.

Siz hırsıza, katile, ırz düşmanına, “komşumun evine benim balkonumdan geçerek  girebilirsin, kapıyı zorlayıp  para ve zaman kaybetmene gerek yok” diyebiliyorsanız  bu nokta sözün bittiği yerdir.

Bir Amerikalı komutan tarafından yönetilecek olan ordumuz, katledilecek, ırzına geçilecek ve soyulacak olan bir buçuk milyon Irak halkına ne diyecekti acaba? “Biz oralara kadar inmeyecektik, yalnızca yukarılarda kalacaktık” diyebilir misiniz, başınıza neler gelebileceğini, bu güne kadar başımıza gelmiş olanlar açıklamaya yeter de artar bile.

Bu tezkere doğrultusunda “hayır” oyu vermiş olan iktidar milletvekillerinden bir bölümünün, Irak’ın kuzeyindeki iş bağlantılarının bozulacağı endişesini taşıyarak böyle davranmış olabileceklerini düşünüyorum. Ancak yüreklerin içini yalnızca Allah bilir, benimkisi sadece bir düşüncedir. Ancak yadsınamayacak  bir gerçek de vardır;…

….“muhabbet çiçeği güven toprağında açar”.

Hazreti Ali, Müslüman’a karşı kafirden yardım almanın İslam imanına aykırı olacağını düşünürmüş. Ve bu düşüncesini de Nisa Suresi 141 ayete atıf yaparak açıklarmış:

… “ Sizi gözetleyip duruyorlar. Allah’tan size fetih nasip olursa, “sizinle birlikte değil miydik” diyecekler. Kafirlere bir nasip ulaşırsa şunu söyleyecekler: “başarınıza destek vermedik mi, müminlere karşı size siper olmadık mı?” Artık kıyamet günü aranızda Allah hükmedecektir. Allah, müminler aleyhine kafirlere bir yol asla nasip etmez”. (Y.N.Öztürk meali)

İktidarın ordu ve yargı üzerine böylesine yüklenmesi  bu iki değerli kurumu  sıkıntılı ve zayıf bir hale getirmiştir. Bütün bunların demokrasiye en ufak bir katkısı yoktur. Halkın içerisinde yaratılacak olan düşmanlık topraklarından çatışma meyveleri toplanır. Demokrasi su gibidir, yaşam için vazgeçilmez olandır, ancak  kaynar su olur yakar, sel olur boğar, çığ olur düşer öldürür, nem olur soluksuz bırakır, ülke büyüklüğünde buz  parçaları olur, yaşam donar. Suyun yani demokrasinin yararlı kullanımı için gelişmiş, eğitimli halk toplulukları ve yöneticiler gereklidir. Bizim ülkemizde bundan söz etmek mümkün değildir.

“Açılım” ve “Referandum” bir aldatmacadır. Yapılması gereken  devrim  şudur:

“ halkımızın maddi ve manevi anlamda  insanca yaşayabilmesinin önündeki bütün engellerin kaldırılması”.

Sermaye, medya, siyaset, bürokrasi, ülkemizi 1946dan beri yöneten  “mahşerin dört atlısı”nın temsil ettiği zihniyet değişmeli, suyun başını tutmuş olan bu hırs erbabının yerini  “ahlaklı küheylanlar” almalı.

İşte bu nedenledir ki benim referanduma vereceğim oy  HAYIR oyudur.

*Önümüzdeki yıl yapılması gereken genel seçimlerin  ertelenmesi doğrultusunda,  yurt çapında büyük sıkıntıların yaşanabileceği endişesini taşımaktayım. İktidarın, maddi ve manevi anlamda elde edebileceği tüm kazanımları henüz toparlamış olamadığını düşünüyorum. Kendilerini desteklemiş olan iç ve dış güç odaklarının alacaklarının ödenmemiş  olduğu kanısındayım.

“İmralı canisi”, “iktidar” ve “Amerikalı ayetullah”ın  söylemlerinin  birçok konuda özde  birleşmesi, cumhuriyetimizin, “baş düşman irtica ve bölücülük”  tespitinin ne kadar doğru olduğunu kanıtlamaktadır.

Kardeşlerim ………….CUMHURİYET TARİHİ BÖYLE BİR AFET YAŞAMADI.

Değerli Oktay bey kardeşim,

Güneydoğuda yaşayan kardeşlerimiz 1000 yıldır feodal buyurgan tarafından sömürülmektedirler. Silah, uyuşturucu, içki, sigara ve her türlü kaçakçılığın bir kısım aşiretler tarafından yapıldığı bu coğrafyayı iktidarlar ve devlet  kendi kaderine terk etmiştir. Bu çaresiz kardeşlerimiz “feodal buyurganla” Ankara’daki “muhtarlık” arasına sıkışıp kalmışlar ve insanlıklarını unutmuşlardır. “Senin kölelerin bana oy versinler  sen ne yaparsan yap” diyen bir devlet anlayışı bu feodal temsilcileri giderek daha azgın bir hale getirmiştir. Kendi aralarında kan davalarına  bu çaresiz  kölelerini alet ederek onları her türlü yasa dışı davranışa, cinayet işlemeye teşvik etmiş ve buna utanmadan “töre” diyebilmişlerdir. Hâlâ  düğün evi basıp kırk kişiyi, çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden acımasızca öldürecek  bir zihniyeti, bir canavarlığı  “töre” diye sunabilmektedirler.

Kadınlar “çocuk doğurma makinesi” olarak kullanılmakta ve en acımasız bir biçimde ezilmekte ve aşağılanmaktadırlar. Aşiretler, kendilerine bağlı  “kelle sayısı” artsın ve kullanabilecekleri  “çaresiz  insan” gücü ellerinde bulunsun diye, çok eşliliği bir teamül haline getirmiştir. Irak’ın kuzeyindeki yeni yapılanmadan fazla bir pay alamadıkları ve alamayacakları için, belediyeler aracılığıyla “hazır yiyici”  kimliklerini besleyecek yeni bir  vurgunu “özerklik”  yalanıyla demokratik bir hak gibi sunmaya ve kökdaşlarını, eskiden olduğu gibi, bu kez, yasal bir kılıf içerisinde soymaya, sömürmeye devam etmek istemektedirler. İşin bu yanını böyle açıkça anlatacak ahlaklı siyasetçi, ve gazetecilere  ihtiyacımız vardır.

“Post modern feodal zihniyet!?..”  diye adlandırdığım  yeni feodal sömürü  akımı, kendi uzantılarını şehirli kadın, şehirli erkek, diplomalı  destekçi, yazar, iş adamı, politikacı kılığında çağdaş modern bir görünümle meydanlara sürmektedir.  Bu akım ülke içindeki çıkar gurupları ve ülke dışındaki destekçiler aracılığıyla beslenmektedirler. “Faili  meçhulleri“faili belli”  haline getirip tüm sorumluluğu devlete yüklemektedirler. “Rant için terör örgütü”  yıllardır her yolla  acımasızca kendi kökdaşlarını öldürebildiğine köyleri yakıp yıkabildiğine göre, ben de bu faili meçhulleri  bu katil örgüt doğrultusunda değerlendirip faili belli hale getirebilirim demektir. “Ben Türküm, doğruyum” demek mecburiyetinde miyim”  diyen  kişi, bin yıldır kadınları, erkekleri  kendi feodal çıkarları doğrultusunda acımasızca, aşağılayarak kullanan, köydeki hayvanlarla birlikte satışa çıkarabilen bu zihniyeti göz ardı edebilmekte ve dolaylı olarak bu zihniyete toz kondurmamaktadır.  Şehirli kadın kılığındaki kadın politikacılar, analarının, büyük analarının, teyze, hala, yenge, kız kardeş, abla gibi  hemcinslerinin  feodal  töre düzeni, korku düzeni altında  bin yıldır yaşadıkları ve yaşamaya devam ettikleri  acıları görmezden gelmektedirler. Bu tam bir satılmışlık ve iki yüzlülük politikasıdır. Yirmi beş, elli, ya da yüz yılda, elli bin, yüz bin, ya da  iki yüz bin kayıpla bu ülke bölünmez. Bu ülke ancak “inanç kaybıyla” bölünebilir. Yani …“bu ülkede yaşamaya değmez” dedirtebilirlerse halkın büyük bir kısmına, o zaman bir teslimiyetten söz edilebilir. Bu “çılgın halka” böyle bir söz  söylettirilemez diye düşünüyorum.

Güneydoğudaki  terör örgütü bölücü bir örgüt değildir, yalnızca “rant için terör örgütüdür”.

İç ve dış alçakların  çıkarlarının korunması ve pazarlığı doğrultusunda kullanılan bir maşadır. Bu toprakların bu yolla bölünemeyeceğini en çok bu örgüt, ve iç ve dış alçaklar bilir. Türk toplumunun temel karakterinin “ortak düşman” karşısında engel tanımayan, sınır tanımayan, ölümden korkmayan bir yapısı vardır. Bu yapının “yaş sınırı” yoktur. Yani başka bir deyişle, yüz yaşında bir nine ya da dede bu mücadelenin silahlı ya da silahsız bir sıra neferidir. Yaşanması arzu edilmeyen bir gelecekte, devletin yahut ordunun sessiz kalması halkın  da sessiz kalacağı anlamına asla gelmez. Bu halk “kurtuluş savaşı ruhunu”  taptaze bir biçimde yüreğinde saklamaktadır.

Ülkemizin  televizyon kanallarında sözde aydınlar “bölünmeyi” tartışmaktadırlar. Bu medya  ve aydın anlayışını tanımlayacak sıfatları bulmayı size bırakıyorum. Demokrasinin beşiği Amerika’da böyle bir tartışmayı başlatan ve sürdürenleri yaşatmazlar. Ve Amerika, “72 milletin” oluşturduğu bir ülkedir, bunu da unutmayalım.

Hiçbir ana, baba, evladını, gösterilerde güvenlik güçlerinin önüne atmaz. Hiçbir belde halkı, neredeyse yüzde yüz oranında bir oyla terör örgütünün adayı olan bir belediye başkanını seçmez, hiçbir esnaf, mecbur kalmadıkça kepenk kapatmaz. Bunların tümü korku ve baskı belası, yerel halka uygulanmış  olan çağ dışı zorba yaptırımlardır.

  *Güneydoğuda yaşayan kardeşlerimiz güçlü bir devlet anlayışını arkalarında görmek istiyorlar. Onların adına konuşanlara, “özerklik” ve “bölünme” diyenlere katılmıyorlar.

*Devletin onları “saygın bir yurttaş” olarak kucaklamasını, sahip çıkmasını ve korumasını bekliyorlar.

 *Seslerini yükseltebilmek için yurt çapında bir destek   bekliyorlar.

Kıymetli Oktay bey kardeşim,

Bu güne kadar oy verirken hep aile çizgimizi korumaya özen gösterdik, neredeyse yarım asırdır.

Aynı siyasi çizgi doğrultusunda  oyumuzu kullandık her zaman. Ancak önümüzdeki genel seçimlerde benim yurttaş olarak aşağıda sıralayacağım taleplerim var, ve artık bu doğrultuda oyumu kullanacağım:

* vergi kanunlarında devrim yapılması, kazandıklarımızı ve harcadıklarımızı tam olarak yazma hakkımızın olması, hepimize bir vergi numarasının verilmesi,

* eğitimdeki sınav çılgınlığının kaldırılması ve çocuklarımızın ruh sağlığının bozulmaması,

* yeni ve çağdaş bir anayasanın geniş bir mutabakatla yapılması,

* hukuk devriminin gerçekleştirilmesi, davaların ve tutukluluk hallerinin yıllarca sürmemesi,

* büyük şehirlere ve özellikle İstanbul’ a göçün  kontrol altına alınması, şehirlerimizin insanca yaşanılabilir hale gelmesi,

* ekonomik gelişmenin ve yatırımların ülke sathına eşit bir biçimde dağılması, ve devlet tarafından planlanması, kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi,

* nüfus planlamasının yapılması,  özendirici tedbirlerin alınması, doğum kontrolünün yaygınlaştırılması,

* seçim yasaları, parti içi demokrasi ve aday seçimlerinde yeni ve çağdaş uygulamaların yapılması,

* dokunulmazlıkların kaldırılması ,

* kadın haklarının  özellikle güneydoğu ağırlıklı  olarak ele alınması,

* dinimizin doğru anlatılması ve AHLAKLI İNSAN temeline oturtulması,

* ülkemizin 3/2 si maden arama izniyle yabancı şirketlere devredilmiştir, bu izinlerin kaldırılması,

*yüksek öğrenimin ana dilde yapılması, bunu destekleyecek lisan öğreniminin devreye sokulması,

* İmralı canisine tanınan ve diğer tutuklulara tanınmayan hakların geri alınması,

* sıkı yönetim ve olağan üstü hâl  uygulamalarının gerektiğinde devreye sokulması,

* Habur sınır kapısının ekonomik bir baskı aracı olarak kapatılması,

* sınır ötesi güvenlik hattının oluşturulması ve Kandil’e doğrudan müdahale seçeneğinin düşünülmesi, planlanması ve seslendirilmesi,

* İncirlik üssünün açılmamak üzere kapatılması,

* Avrupa birliği, gümrük birliği ve Amerika bağımlılığının sona erdirilmesi, maddi manevi tüm değerlerimizin ağırlıklı olarak tarafımızdan işlenip hayata geçirilmesi ve adil bir biçimde paylaşılması,

* telif hakları yasasının müziğin dinlendiği her yerde uygulanması,….

…..Çağdaş bir “bağımsızlık ve  fırsat  eşitliği” temel çizgisinde seçim programı hazırlayacak olan partiye gidecektir artık oyum.

Pek değerli Oktay bey kardeşim,

Mektubum biraz uzun oldu, ancak “çok yaşa”  dediğiniz bendeniz, yaşadığımız günlerle ilgili olarak neler düşünüyorum, birinci elden bilmenizi istedim. Bizim elektronik sanal gazetemizi ziyaret edecek olan konuklarımız da bu yazımı okusunlar istedim.

Size tekrar gönülden şükranlarımı sunuyorum, verilmiş olan sanatsal emeğin boşa gitmemiş olduğunu sağlığında görebilmek, bir sanatçı için en büyük armağandır, bu her sanatçıya nasip olmaz.

*OKTAY EKİNCİ kardeşime ve tüm OKURLARA  dostluk duygularım ve en içten, en iyi dileklerimle…

 *Hamiş;

  “ İsra Suresi  16ncı ayet:

“…Biz bir ülkeyi / medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşılarına emirler yöneltiriz / onları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke / medeniyet aleyhine hüküm hak olur; biz de onun altını üstüne getiririz”… (Yaşar Nuri Öztürk meali)

 “ Bakara Suresi 204-205-206 ayetler:

  ” …İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına ilişkin sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah’ı tanık tutar. Oysaki o, düşmanların en yamanıdır.”

 ” …Yanından ayrıldığında/işbaşına geçtiğinde yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için işe koyulur. Oysaki Allah, fesadı sevmez.”

 ” … Ona, “Allah’tan sakın!” dendiğinde, gurur kendisini günaha götürür. Böylesine, cehennem yeter. Gerçekten ne kötü yataktır o!.” (Yaşar Nuri Öztürk meali)