Albüm Yazısı – Sosyal Hamiş (Abdülhamit Düşerken)

Anlamak , kavramak yerine yargılamak ve mahkum etmek tercihimizdir. Kendi penceremiz en güneşli penceredir biz de en hatasız, en doğru en ahlaklı insanlardan biriyizdir. Ne kadar ferahlatıcı bir bakış ne kadar “reiki” ne kadar “ detoks” bir pencere. Hele bir de “doğal ürünlerle organik” bir yaşamınız varsa deme gitsin.

Cumhuriyetimiz Ata’mızın ölümünden sonra, İkinci Dünya Savaşı sıkıntıları içerisinde buldu kendini. 1938-1950 yılları arasında milli şef dönemi batıya, özellikle Amerika’ya yanaşmaya meyilli bir zihniyetle Kurtuluş Savaşı’nın maddi-manevi ivmesini terkederek, Osmanlı’nın son yıllarını- “ümmet” ( olumsuz anlamıyla) zihniyetini anımsatan-, edilgin bir çizgiye çekti insanımızı. Üreten , geliştiren, devrimci zekasından artık yoksun olan cumhuriyet, statükocu, tutuk, buyurgan, düşünce özgürlüklerine kapalı, dini afyon gibi kullanan siyasi yaklaşımlara açık bir yapıya doğru kaydı. Mustafa Kemal’le imkansızı başarmış kadrolar kimlik değiştirmişçesine ülkeyi devrimci coşku ve atılımından farklı bir çizgiye, bazen isteyerek bazen de istemeyerek çektiler. Mustafa Kemal gibi bir “Güneş” olmadan bu kadroların bir mum ışığı çapında kaldığını tarih bizlere gösterdi. Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmiş olan halk bu kadrolar tarafından, Osmanlı son döneminin “güdülecek sürüsü” haline dönüştürüldü. Sorduğunuzda hepsinin geçerli ve yurtsever mazeretleri vardı: Savaşta çok yorulmuş olan halk fakirdi , zayıftı ve Rusya gibi büyük bir tehlikenin yanında bir koruyucu güce gereksinimi vardı. Peki geçmişte daha da “zayıf” olan bu halk Kurtuluş Savaşı’nı nasıl başarmıştı? Ancak “Güneş” ten alabildiği ışıkla ruhlanabilen kadroların “Güneş “ olmadan ruhsuzlaştığını anlamak zor olmasa gerek. Kurtuluş savaşımız herşeyden önce “ulusal bir ruh ve bilinç” halinin ürünüdür.

1946’da çok partili sisteme şaibeli bir seçimle geçiş demokrasimizin sancılı olacağının ilk işaretidir. Yönetmenin “dayanılmaz mutluluğunu” terketmenin yaratacağı acıları her yola başvurarak bertaraf etmenin ilk örneğini verdi siyasilerimiz. Biz onları şöyle tanıdık: insanlar, hayvanlar, yer altı ver yer üstü zenginlikleriyle tabiattan sonra “siyasiler” – dördüncü tür olarak….solcusu da sağcısı da ,milliyetçisi de islamcısı da aynı hamurdan. Hayra yöneli olanları az sayıda, şer eksenlilerse çoğunlukta ve bu durum günümüzde bütün dünyada böyle.
Bunun tam tersinin olabilmesi için sivil toplum örgütleri ve demokratik kitle örgütlerinin yani halkın siyasetin üzerinde bir güç olması ve siyasilere, iktidar ve muhalefetiyle: “Bize hizmet etmek için burdasınız, maaşlarınızı biz ödüyoruz, bizim memurlarımızsınız ve bizlere karşı saygılı ve de üretken olacaksınız, yandaşlarınızı kollamak, gelir kaynaklarımızı çarçur etmek yok, bizleri korumak için varolan ve işleyen yasaları karşınızda bulursunuz.” diyecek bilince gelmesi en büyük dileğimiz. O zaman siyasetteki “hayır”oranı “şer” oranına galip gelecektir.

“Yeter söz milletin” diye başlayan ve gelişen 1950 hareketi. Yabancı yardımlara dayalı, suni altyapılı, dört yıllık görece bir gelişim. Hangi hayırlı amaca hizmet ettiğini anlamakta zorluk çektiğimiz, 1000’e yakın Kore şehidi ve “bir o kadardan” ziyade gazi: NATO diyeti. Küçük kafalardaki “küçük Amerika” hayali , giderek uydulaşan Türkiye.
1954 sonrası iktidar yandaşlarının, siyasetçi, bürokrat, sermaye sahibi ekseninde paylaştığı bir Türkiye. 1957 sonrası iktidarı kaybetmeme uğruna baskıcı , faşizan bir yönetim anlayışının yerleşmesi, polisin ve yasaların halka karşı seferber edilmesi ve kaçınılmaz son: 27 Mayıs. Bütün bunları başka ağızlardan da dinlemekte yarar var. Yurtseverlik, özveri ve de gayret kokan satırlarla. Sonra bir yargıç gibi değil de bir yurttaş gibi karar vermek. “Bal tutan parmak yalar” zihniyetinin günümüze kadar uzandığı kanısındayım. Tüm merkez sağ yönetimlerle ve de geçici sosyal demokrat, milliyetçi, mukaddesatçı ortaklıklarla, yerel yönetimler de dahil olmak üzere , bu “hortumcu” çizginin sürdüğünü ve bizleri her anlamda fakirleştirdiğini yaşadık, gördük. 80 yıllık Cumhuriyet’imiz yalnızca “çok zenginler” yarattı. Bizler etimizle, kemiğimizle, enerjimizle onlara bu cumhuriyeti armağan ettik.

Çocuklarınıza ve ailenize açık ya da dolaylı bir biçimde destek olan bir tarikat ya da o mutfaktan olan bir kuruluş, kişi ya da dernek: size iş buluyor, çocuklarınızın eğitimi ve diğer giderlerinize destek oluyor. Size gerçek bir devletin tanıması gereken olanakları sunuyor. Ve belli bir yaşam biçimini sürdürmeniz koşuluyla bu destek devam ediyor. Aynı mahallelere toplanıp aynı giyim ve yaşam biçimini uyguluyorsunuz. Bu ortamdaki bir aile, kızının başını örttürmesin de ne yapsın? O kız başını örtmesin de ne yapsın? Bir devlet yurttaşlarını bu hale düşürmüşse bundan utanç duymalıdır. Kızlarımızı aileleriyle devlet arasına sıkıştırıp ruh hastaları yarattık. Bu çocukların ne günahı var? Mini etek giyen de, baş örtüsü takan da, Kürtçe konuşan da benim evladımdır. Ben onların kafalarının içerisindeki güzellikleri geliştirmeye bakarım, onların mutluluğudur beni ilgilendiren. Ailelerin yasalarla , devletle kavga etmemeleri, ard düşünceli sözüm ona yardım kaynaklarının da aile ve çocukları kalkan olarak kullanıp, siyasi amaçlarına alet etmemeleri ve en önemlisi devletin çözüm üretmesi gerekir. Bugün yaşanmakta olan süreç budur. Ve bu hükumet bu sürecin ürünüdür.

Ben zengin severim diyenler, yeğenlerine iş yaratmak için başka ülkelerin ileri gelenlerine tavsiye mektubu yazanlar ve bunlar gibi paraya tapanlar ve yalnızca ona hizmet edenler, sosyal demokratı, milliyetçisi , islamcısıyla bu partilere sızarak 1950 siyasi çizgisini, bu talihsiz çizgiyi, birçok biçimde her fırsatta sürdürmüş olanlar, siyaseti ticaret yapmış olanlar, sizlere hem yurttaş hem de kul hakkımı helal etmiyorum.

Etnik beraberliğe dayalı bir siyasi örgütün, belge sahtekarlığıyla seçimlere katıldığının ve düzmece Siirt seçimlerinin yoğun bir biçimde konuşulduğu günler yaşıyoruz. Kısacası “Kırılgan Demokrasimiz” yeni yaralarla ayakta durmaya gayret ediyor. Yönetenler “biz değiştik” diyorlar. Ancak bazı organları nakletmeyi başarmış olan günümüz tıp ilmi henüz “Ruh” naklini gerçekleştirmiş değil! Yıllarca Mustafa Kemal’e, devrimlerine sövmüş olanların değişmesi mümkün olamaz. Hükumet bir daha iktidar olamayacağını bildiği için büyük bir olasılıkla kalış süresini uzatacak, katlayacak yeni yöntemler ( erken seçim gibi) oluşturma adına çözümler üretecektir. Dörtte bir oyla ( onun da yarısı tepki oyudur), dörtte üç söz hakkına sahip bir güç bu olanağı elinden kaçırmama adına daha önce yaşadığımız baskıcı yöntemlere başvuracaktır. Bunları görmeye başladık. Kendisine rakip bir siyasi kuruluşun maddi kaynaklarına, yasaları kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirerek bir yoketme kampanyası başlatmıştır. Eğer bu temiz toplum adına yapılıyorsa bu hareketin kendi yönetimlerindeki belediyeler dahil kendilerine destek olmuş tüm şaibeli maddi kaynaklara yönelik olarak işletilmesi gerekirdi. Adil bir vergi reformu, siyasi partiler yasası, seçim yasası, dokunulmazlık gibi gerçeklere el atılması gerekirdi. Bu şekliyle bu hareket , kendilerine karşı olan tüm güçlere “aba altından sopa” göstermektedir. Ülkenin yaşadığı yoğun sıkıntıları Avrupa Birliği masalıyla avutmaya çalışan ve bunu Türk Silalı Kuvvetlerini zayıflatma yolunda, dış güçlerle birlikte uygulama gayreti içerisinde olanların, önümüze daha hangi “paketleri” süreceğini merakla beklemekteyiz.

Avrupa Birliğine üye olmak isteyen hiçbir ülkeye dayatılmamış olan koşulların bizlerden istenmesi düşündürücüdür. Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliği’nin, Kemalizm’in ( Atatürkçülüğün) sorun yapılmasının ardında yatanları devrimci, çağdaş , demokrat, laik ve imanlı Atatürkçü cumhuriyet yandaşları çok iyi bilmektedirler. Kopenhag kriterlerini Sevr’in çağdaş uygulaması olarak gören bir zihniyete verilecek cevap: “Böyle bir Avrupa Birliğine HAYIR”dır. Ahlaklı bir kalkınma hamlesi yerine borçla ya da birilerine dayanarak bizleri daha bağımlı hale getireck bir “makyaj kalkınma” projesini, siyasi ihtirasları adına uygulamaya kalkanlara karşı tüm sorumluluk sahibi yurttaşlar, yasaların ışığında etkin bir biçimde muhalefetimizi sürdüreceğiz.

Pearl Harbour baskınının önceden bilindiği ancak bunun, İkinci Dünya Savaşı’na katılabilme adına Amerikan yönetimi tarafından gizlendiğini geçtiğimiz yıl yabancı televizyonlardan öğrendik. Birinci Dünya Savaşı’na girebilme adına Amerika’nın, Türkiye’deki temsilciliklerinden, Ermenilere baskı yapıldığı konusunda raporlar istediğini ancak bunu gerçekleştiremediğini biliyoruz. 11 Eylül saldırısını Amerikan yönetiminin bilmediğine inanmıyorum. Amerika’yı Amerika yapan zihniyetin, yani “Para ve Güç” tarikatının kendi yurttaşları dahil, gözden çıkarmayacağı hiçbir değer olmadığına inananlardanım. Amerikalı sıradan yurttaşları bu yaklaşımın başında tutuyorum. Kendi ülkelerinin dünyadaki bu olumsuz ve insanlık dışı imajını gene onların düzelteceğine inanıyorum. Ve günümüz Amerikan aydınlarının çok karanlık bir dönemden geçtikleri kanısındayım. Demokrasinin beşiği olduğu söylenen ancak bunun tam tersi olan bir ülkede ulusça yaşadıklarını görebilen ve bunun çaresizliğini yoğun bir biçimde yaşayan “düşünen insanların” dramının büyüklüğünü hissetmemek mümkün değil.

Lozan’ı kabul etmemiş Amerika Irak’a asker göndermemizi istiyor. Tarihimizin her döneminde Ermenistan, Kürdistan ve Kıbrıs demiş olan Amerika Irak’a asker göndermemizi istiyor. Saplandığı bataklıktan Mehmetçiklere basarak, ülkemizdeki dörtte bir “sayısal iktidar!” desteğiyle çıkmak istiyor.

Ermeni soykırımı anıtı senaryoları, dönem dönem siyasi bir tehdit olarak çeşitli “gelişmiş!!” ülkeler aracılığıyla karşımıza çıkmakta.
Sevgili USA sen önce NewYork’un göbeğine bir “Kızılderili Soykırımı Anıtı”, bir “Zenci Anıtı” onun yanına da hayvanseverlerden özür dilemek için görkemli bir “Bizon Anıtı” dik ondan sonra “öbür” anıtı dikersin.

Sevgili Fransa ve İngiltere, sömürgeci geçmişinizi o insanlara yaşattığınız acıları Cezayir, Vietnam, Hindistan’da yaptıklarınızı ne çabuk unuttunuz? 1915’te Ermeni çetelerine üniforma giydirip masum insanlarımızın üzerine salan sen değil misin sevgili Fransa? Başarılı olamayınca onları gemilere yükleyip Fransa’ya taşıyan sen değil misin? Sen de Paris’te uygun bir yere “Uygun Bir Anıt” dik. Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası “Anıt Kontenjanı” tamamlanmış durumda!… Onlar birşey dikmeseler de olur.

Savaş halindeki Osmanlı’yı dış güçlerin desteğiyle ( Amerika, Fransa, İngiltere gibi) ve Ermenistan hayalleriyle arkadan vurmak isteyen silahlı Ermeni çetelere karşı sivil halka uygulanan tehcir hareketi o günkü savaş koşullarında devletin kendini koruması adına yaptığı doğru bir davranıştır. Amerika İkinci Dünya savaşı sırasında Japon kökenlileri bir bölgeye toplayarak aynı yöntemi uygulamıştır. Devreye silah girdikten sonra karşılıklı acıların yaşanması engellenemez. Bu bütün savaşlar için değişmez bir kuraldır. Önemli olan savaş ortamını yaratmamaktır ve savaşa karşı çıkmaktır. Bu meselede ülkemizdeki sözüm ona aydın demokrat uzantısına taviz vermemek gerekir. On yıllardır bu konuda uyuklayan, sessiz kalan, yeterli araştırmayı yapmayan, karşı tarafa sınırsız hareket hakkı tanıyan, ancak yeni yeni kıpırdayan ve doğuda katliam belgesi, kemik dolu müslüman mezarlarını yeni yeni açan, bulan tarihçilerimiz,… sizlere söyleyecek söz bulamıyorum.

Sevgili göz bebeğimiz silahlı kuvvetlerimiz: Sen “Mustafa Kemal” manevi çizgisinde kurulmuş bir halk ordususun,… müze yağmalayan, tecavüz eden, halka insanlık onuruna yakışmayacak şekilde davranan, kafalara çuval geçiren Amerikalı işsizlerden, gündelik elli dolara oluşturulmuş bir “lejyoner” topluluğuna destek ve kalkan olmak gibi ikinci sınıf bir görevle, Osmanlı’nın yüzyıllarca adil bir biçimde yönettiği bir komşu bölgeye “işgalcilere destek” durumuna sürüklenip gitmemelisin. Eğer gideceksen, sana yakışan ve bizleri ilerde, Amerika’nın bugün düştüğü duruma düşürmeyecek şartları oluşturarak ve bu şartları kendi siyasal çıkarları dışında birşey düşünmeyen günümüz yönetimine “sunarak değil”, “kabul ettirerek” gitmek durumundasın. Bunlar bugün var yarın yoklar.Ama sen herzaman bizlerle birlikte varolacaksın. Benim kişisel fikrim, yirminci yüzyıl başında Osmanlı’nın oralarda yaşadığı hainlikleri de dikkate alarak, yeniden yapılanma ve insani yardım ya da Birleşmiş Milletler yahut uluslararası meşruiyet gerekçeleri dışında bu işe girmemektir. Hiçbir halk ülkesinde yabancı asker görmek istemez. Ülkemizdeki “ Güç ve Para” tarikatı mensuplarının kokusunu aldıkları sekizbuçuk milyar dolarlık “kemik” vaadinin salya akıtan coşkusuyla askerlerimizi bu bataklığa yollamak için attıkları aşağılık taklaları midemiz bulanarak izliyoruz. Bu kredi, eğer gelirse, bundan öncekiler gibi , iktidara paraca yardım etmiş olanlar ve büyük sermaye tarafından paylaşılacaktır. Bu borcu gene bizler ödeyeceğiz.

Sevgili emekli paşalar, Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında elinizde çubuklarla karşımıza çıktınız, sizleri izledik. “Süper güç”, “Hiper güç” tanımlamalarınız oldu. “Bu güç üç haftada Irak’ı alır” dediniz. Ve, sizin tanımlamalarınızla birlikte bu karşı konulmaz gücün !! teknoloji harikası akıllı bombaları !!!, Bağdat yerine Urfa köylerine düştü. Ve “az gelişmiş Irak halkı” hala direniyor. İşgalci güç rezil olmuş durumda. Öyle anlar oldu ki yüreklerimizdeki eşzi Mustafa’lardan aldığımız devrimci güç olmasa gidip şimdiden Amerika’ya teslim olalım diyeceğiz : “Sevgili stratejik müttefikimiz, sakın bize saldırma. Şimdiden Kürdistan, Ermenistan ve Kıbrıs konusunda istediklerini yapmaya hazırız. Yeter ki televizyonlar kararmasın, mankenler giyinmesin, maçlar devam etsin, türküler ve göbekler çığrılsın, şakırdasın, güneydoğu kökenli diziler bağımsız Kürdistan TV’si tarafından hazırlansın” vs…vs…Sevgili emekli paşalar, bizlerle sayın Necati Özgen ve Kemal Yavuz gibi konuşun, yani “şeytanı” gerçekçi bir biçimde, abartmadan ve küçümsemeden ama bizdeki yurtsever coşkuyu da gölgelemeden sunun. Yüreklerimizdeki her koşulda savaşa hazır olan devrimci gücü karartmayın. İyi niyetle söylenen her söz sağlıklı çağrışımlar yaratmayabilir. Yoksa başımıza gelmesi yakın olan belada akıllı ve yürekli bir biçimde savaşacak bir tek sivil insan dahi bulamazsınız. Yüreği boyun eğmiş bir halk, “ Halk Ordusu” olan silahlı kuvvetlerimizin ihtiyacı olan ateşleyici, devrimci ruhu ve gücü oluşturamaz.

Birkaç yıl öncesine kadar hergün aynı gazeteyi alırdım. Yazarlarını sevdiğim ve saydığım bir gazete. Basındaki iş takipçilerinin üzerine giden ve medyadaki bozulmayı anlatan yazıları zevkle okurdum. Birgün kendi kurumlarından bir kişinin aynı işi yaptığı ortaya çıktı ama aynı yazarlardan hiç ses çıkmadı. Nasıl üzüldüğümü anlatamam. Yazı emekçilerine olan sevgim ve saygım tabii ki birtek bu olay nedeniyle azalmadı, azalamaz. Ama onlar bana çok farklı bir biçimde güç veriyorlardı. Sanki bir kolum yara aldı. Yapabileceğim tek şey o gazeteyi almamaktı. O günden sonra değişik gazetelerle basını takip etmeyi uygun buldum.

Yaşadığımız “Demokratik Amerikan İşgali !!!!..” ve “Vazgeçilmez Kurtarıcı Avrupa Birliği” günleri, medyadaki satılmışların sandığımızdan çok olduğunu gösterdi bizlere. Uluslararası ahlaksızlığın diplomatik adı olan “Reel Politika” tanımlaması altında bizleri yönlendirme adına, yüzümüze karşı oynanan oyunları izledik, dinledik. Bu kişilerin birer medya emekçisi olarak aldıkları maaşlarla sürdürdükleri yaşam arasındaki uçurum birkez daha bütün netliğiyle ortaya çıktı. Ve Kurtuluş Savaşı dönemi oluşmuş olan “Satılmış Basın” kavramının yeniden hortladığını gördük.

Gelişmiş bölgelerimizde halkın bir bölümü “işimi kaybederim, kredi kartı borcumu ve diğer giderlerimi ödeyemem” gerçeğiyle “tüketim canavarına” tutsak edilmiş durumda. Diğer bölgelerimizde hala saf ve geleneksel değerleri kaybetmemiş olan insanlarımız var. Yarının “güzel Türkiyesi” için bu itici gücün büyük kentlerdeki yurtsever potansiyelle birlikte seferber edilmesi, yani hepimizin “Ahlaklı Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşları” üst kimliğinde buluşması gerekiyor. Meclis içi ve meclis dışı mualefetin, yasaların ışığında, kasaba, köy, kent ve sokağa inmesi gerekiyor. Evden işe, işten eve mantığıyla günümüz siyasetçisinin, çağdaş , bağımsız ama dünyadan kopuk olmayan “devrimci, ahlaklı bir cumhuriyet” ülküsünü gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktır. Hepimiz yapabildiğimiz kadarını hayata geçirmek durumundayız. Eğer çocuklarımıza, torunlarımıza daha güzel bir Türkiye bırakmak istiyorsak. Bu yazının amacı da budur.

Aramızdaki Yabancılar: Onlar, Dışladıklarımız, Öteki Türkler

Kabadırlar, uzakta yaşarlar, Türkçe bilmezler, elektrik, su , yol, eğitim, sağlık, iş, hukuk gibi insani değerlere uzaktırlar, kardan yolları kapanır, hastalarını, doğuramayan hamile kadınlarını karda kızaklarla çekerek hastaneye götürürler, içeri alınmadıkları da olur. Bunlar “Öbür Türkler’dir, Dağ Türkleridirler!”, dağ keçileri gibi… Bunlar bizim yok saydığımız ama var olan Kürt kardeşlerimizdir. Terk ettiklerimize, iç ve dış melanet (?) odakları sahip çıktı ve PKK oluştu diye neden kızıyoruz? Bu acı gerçekleri biz “Güzel Türkler” hazırlamadık mı?
Güneydoğumuzdaki aşiret aileleri devletle yöre arasına sıkışıp kaldılar. Birçok meseleyi töreler ışığında, çok ağır işleyen, hatta işlemeyen yasalara yük olmadan çözmeye çalışıyorlar. Doğduğu yerleri unutup oralara hizmet götürmeyenlerin yanında, aşiretini PKK destekçisi yapanların yanında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üst kimliğine gönülden bağlı ama köklerini de inkar etmeyen çok sayıda güzel insanlar da var unuttuğumuz topraklarda. Onlar gerçek bir yurtseverlik örneği sergiliyorlar. Bu “helal süt emmiş” kardeşlerimiz olmasaydı şehitlerimiz otuzbinden de fazla olurdu. Zaman geldi ve elden gidiyor. “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” üst kimliğinde birleşerek ait olduğumuz tüm alt kimlikler saklı kalmak koşuluyla yeni bir “Kurtuluş Savaşı Ruhunu” oluşturmak ve bunu çok geç olmadan uygulamak mecburiyetindeyiz. Bu doğrultuda güneydoğudaki kardeşlerimize de birey olarak çok büyük görevler düşüyor. Bölücü yaklaşımların kararlılıkla ve yüksek sesle kınanması, mahkum edilmesi gerekiyor.

Bir bölümü vardır ki çember sakallıdır, eşleri ve kızları çarşaflı bir biçimde birkaç adım geriden gelirler. Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanıdırlar. Bu değerleri yok edip, yıkıp şeriat devleti kurmak isterler. Bir diğer bölümününse bu yobazlarla ilgisi yoktur. Namaz kılıp Kuran okur, oruç tutar, camiye giderler. Dışlanmışlığın etkisiyle kendi içlerine kapanık, imanları doğrultusunda yaşarlar. Çocuklarına dini eğitim vermek isterler. Çünkü onları bu hale getirmiş olan çağdaş uygarlık güvenilmezdir gönüllerinde. Kendilerine sunulan “medeniyet” tablosu, hırsızlık, vurgun, uyuşturucu, alkol, çıplaklık, pornografi, zina, siyasi ahlaksızlık gibi değerlerden ! oluşmaktadır. Kitabımızda bunların tümü kaçınılması gereken hususlardır. Biz “Güzel Türkler” bu vatandaşlarımızın kaçtığı ancak suçu bilinçsizce “medeniyete” yüklediği bu pislikleri mahkum etmek yerine onların“farklı” yaşam biçimleriyle uğraşırız. Onları siyasi emelleri doğrultusunda kandırmış olan kuruluşlarla, örgütlerle mücadele yerine yapay düşmanlar yaratır, bir avuç suda çırpınırız.

Öbür alemi düşünerek bu dünyada yaşamak isteyen yurttaşlarımız bizler için hiçbirşey ifade etmez. Onları kazanmak gibi bir isteğimiz olamaz. Çünkü onlar “Öbür Türkler,Terkettiklerimiz, Bizden Olmayanlardır”.

Sizlere gelince sevgili kardeşlerim…sizleri Yüce Yaradan’ın adını kullanarak “oy keçisi” gibi görenlere sessiz kalmayın. Herşeyleri takkiye ve kişisel menfaat üzerine kurulu “siyasi müslümanlara” güvenmeyin. Kimse Cumhuriyet Türkiye’sinin akışını değiştiremez, buna gücü yetmez. Ancak eğer yaşanacak olursa “büyük acılardan” hepimize pay düşecektir, unutmayın. Ve artık “aydınlanın”…UYANIN….

Herşeyin en iyisini bilen, kusursuzluk örneği, Allah’ın güzel adını anmanın laikliğe aykırı olduğunu sanan, akıl ve araştırmadan yoksun duygusal çıkışlarını “Atatürkçülükle” örten, onun diğer isminin sonuna, her eklemlediği kavramın birgün sona ereceğini ifade eden “İZM” takısını laik gören, güneydoğu olaylarına, sosyokültürel ve ekonomik nedenleri görmeksizin şoven bir anlayışla yaklaşan biz “Güzel Türkler”… Özünde doğru ancak sunumuyla, uygulamasıyla sulandırıp bozduğumuz, ceberrut ve öcü hale getirdiğimiz inanç, iman, laiklik, cumhuriyet, devrimler, kültürel ve etnik farklılıklar, Atatürk, demokrasi vs.. kavramlarını gözden geçirme ve günümüz gerçekleri ışığında özünden taviz vermeden tüm ulusa hayırlı olacak bir biçimde yaşama geçirme zamanı gelmiştir ve de ne yazıktır ki geçmektedir. Ya toparlanıp kendimize geliriz ya da daha büyük belalara hazır olalım.

Müzik konusunda yadıklarım az hatalı görüşlerdir. Çünkü ben müziğe elli yılımı verdim. Ülke gerçekleriyle ilgili görüşlerimse sorumluluk sahibi, duyarlı bir yurttaş olarak düşüncelerimdir. Eksik bıraktığım ya da yanlış algıladığım noktalar diğerine göre daha fazla olabilir. Çünkü ben bu işin ilmini yapmadım. Ancak benim gibi düşünen yurttaşlarımız yani bizler gibi düşünenler sayıca yüksekse bizim düşüncelerimiz de en az bu işin ilmini yapmış olanların görüşleri kadar önemlidir, değerlidir. Bu gerçeği de unutmayalım.

Merkez sağ, liberal demokrat, sosyal demokrat, demokrat sosyalist, demokrat milliyetçi ve demokrat müslüman ( gerçek bir müslüman zaten demokrattır), yurtsever, vicdanlı insanlarımızın sayısı inanılmayacak kadar çoktur. Ve bu insani değerlere sahip, yüreği mühürlü olmayan güzel insanlar, eğitimlisi ve cahiliyle, yurt çapında yüzde doksan çoğunluğu oluşturacak güçtedirler. “Ahlaklı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı”üst kimliğinde ( çünkü ahlaksız vatandaşlarımız da vardır) tüm etnik ve kültürel alt kimlik ve dini renklerimiz saklı kalmak koşuluyla “TEK VÜCUT” olmak mecburiyetindeyiz. Günümüz yönetiminin gerçekleştirdiği tüm hayırlı işlerde onları desteklemek yurttaşlık görevimizdir. Edep ve ölçü içerisinde mümkünse çözüm öneren ve üreten eleştirilerle ve gerektiğinde yasaların ışığında en sert muhalefeti oluşturarak, cumhuriyetimizin en sıkıntılı günlerini birlikte aşmak mecburiyetindeyiz. Ve bunu gerçekleştirecek güce sahibiz.

Son sözlerime gelince ( Allah gecinden versin!…)

Hayrımıza olan her “birliğe” girmeliyiz. Ön hazırlıklarımızı eksiksiz yaparak, başımızı öne eğmeden, onurumuzla, şerefimizle, bizleri “Biz” yapan tüm değerlerimizle, etnik, kültürel ve dini tüm zenginliklerimizden korkmadan. Bu şekilde yola çıkarsak katılacağımız “birlikler”, “ulusal aydınlanma” yolumuzda bizler için ek bir itici güç oluşturacaktır. ( Ağırdan alan, kaderci bir ruha sahip olduğumuz gerçeğinden yola çıkarsak!…) Bu doğrultuda hükumete yardımcı olmak durumundayız.

Borç almak ayıp değildir, bundan korkmamalıyız. Yeter ki bu kaynak “hayırlı, ahlaklı” bir biçimde kullanılsın ve herşey artık “borç almama” doğrultusunda planlansın. Bu konuda da yönetimleri, yurttaşlar olarak sıkıca denetleyip, destek olmak durumundayız.( NASIL?? )

Irak’a asker gönderme meselesi, Türkiye’nin, yirmibirinci yüzyılda, bölgesinde “nasıl bir devlet olmak istiyor?” büyük projesi ışığında ele alınmak mecburiyetindedir. Bu hayati önemdeki gerçeğin birçok alt başlığının olduğunu bilmek ve bunları çok iyi düşünüp, “yarınlar için” planlamak gerekir. Bütün bu ön hazırlık aşamaları ciddi bir biçimde tamamlandıktan sonra askerlerimizin oraya gönderilmesine olumlu yaklaşabiliriz. Şu an için böylesine kapsamlı ve çok yönlü bir hazırlıktan haberdar değiliz. Bu koşullarda oraya asker göndermek işgale ortak olmak anlamına gelecektir. Amerika’nın nihai isteği olan “ savaşın kendi sınırlarımız içerisine yavaş yavaş çekilmesi, bir içsavaş ortamının hazırlanıp ülkemizin batağa saplanması” durumuna düşeceğiz. Devletimize destek olmak görevimizdir, yeter ki bizleri “olabildiğince şeffaf bir biçimde aydınlatsınlar. Devlet bizim devletimizdir.

Ülkemizdeki eğitim sistemiyle övünmek mümkün değildir, YÖK de buna dahildir. Bu önemli konuya “girdiğimiz yüzyılda eğitim anlayışımızın temel felsefesi ne olacaktır?” sorusuyla başlamak gerekir. Bu soru sorulduğunda önümüze ilk öğretimden, sanat eğitiminden, meslek eğitimi ve yüksek öğrenime kadar çağın dışından topallayarak koşmaya çalışan bir sistem tablosu çıkmaktadır. Özel üniversiteler ticari kaygılara öncelik tanımaktadır. Bu tablo övünülecek bir tablo değildir. Tüm eğitimcilerin siyasi tartışmalar dışında bu can alıcı gerçeği birinci plana çıkarması gerekmektedir. Türkiye “Eğitim” meselesini çözmeden aydınlanmasını gerçekleştiremez.Eğitim felsefemizde “ulusal ve evrensel” değerlerin nelerden ve hangi oranlarda oluşacağı belirlenmelidir. Kişilikli bir ulusal aydınlanma için “Türk ve müslüman” değerlerimizin ve coğrafi konumumuzun evrensel değer ve gerçeklerle nasıl bütünleşeceği ciddiyetle ele alınmalıdır. Ülkemiz sığ tartışmalardan çıktıkça dünya ölçeğinde her dalda başa güreşebilecek maddi ve manevi güce sahiptir.

Sevgili kardeşlerim, bu cumhuriyet hala ayaktaysa, eşsiz Yaradan’ın rahmeti üzerimizde demektir. “O” bizden el çekmediği ve bizler de bu ilahi desteği akıl ve gayretle hayata geçirebildiğimiz sürece aşamaycağımız zorluk yoktur.

Şu an içinde olduğum yaştan daha genç ölmüş olan sevgili ve en değerli Kardeşim; seni her geçen gün artan sevgi, saygı, şükran ve rahmet duygularımla anıyorum. Hakkını helal et, nur içinde yat.
*Bu yazı 30 Ağustos 2003 tarihinde hazırlanmıştır