Albüm Yazısı – Seçkiler
“Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı”. (Atasözü)
“Her konuda kaliteye rağbet,bir ulusun gelişmişlik göstergesidir”. (Sanatçı sözü)
Şarkı formunu severim. Bu müzik formu, fakiri, zengini, okumuşu, cahili, güzeli, çirkini kucaklayan bir türdür. Müziğe başladığım beş yaşından itibaren önce ezgilerle dost olmayı öğrendim. Bunda, babamın yorumlamak için seçtiği eserlerin, ve okuyuşundaki mükemmelliğin etkisi çok büyük olmuştur. Lise son sınıfta Arena Tiyatrosu için oyun müzikleri yazdım. Bu çok hoşuma gitti. O zamanlar konser piyanisti olmak için günde en az dört saat piyano çalışmam gereken günlerdi. Bu vesileyle bütün bir ömür, başkalarının yazdıklarını çalacak bir yapıya sahip olmadığımı anladım.
Herkes babamızı zengin zanneder. Ancak sanat tarihinde ahlaklı sanatçıların tümünün kaderi manevi zenginliklere yöneliktir. Onlar her tür acıdan,güzellikler üretenlerdir. Liseyi bitirdiğimde, müzik eğitimi için yurt dışına gitmem, tiyatro sanatçısı olan annemin evini ipotek etmesiyle gerçekleşebildi. Bir yıl bu şekilde okuduktan sonra, kendim kazanıp yaşamımı sürdürme yolunu seçtim, aileme yük olmak istemedim. İşte o zaman şarkılar imdadıma yetişti. Babam her zaman güzel bir şarkının güzel bir şiir üzerine besteleneceğini söylerdi. Ben de öyle yaptım. Onun sevgili dostları Ümit Yaşar Oğuzcan ve Faruk Nafiz Çamlıbel şiirleriyle başladım. Ayrılanlar için, Beyaz Güvercin,İspanyol Meyhanesi, Sen Nerdesin?…1965-66 yılları arasında bestelendi, yirmi yaşındaydım. Bu çalışmalar Paris’te önemli bir plak şirketinin dikkatini çekti, şarkıları fransızca seslendirdim ve Fransa’da ilk plağım çıktı. İlk yazdığım orkestrasyonlarda bana konservatuardaki arkadaşlarım eşlik ettiler, bir de değerli müzisyen Sn.Süheyl Denizci.
Sonra farklı şairlere yöneldim, Attila İlhan, Orhan Veli, Nazım Hikmet gibi. 1968’den başlayarak, Hürriyete Doğru, Karantina’lı Despina, Memet, Pireli şarkı, Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü şarkıları oluştu. Bu arada kardeşimle oluşturduğumuz Bu Gün, Yarın, Daima…Erdem Buri’yle sözlerini yazdığımız Kara Sevda, benim sözlerini yazdığım Köylü Kızı, Oy Be Nenem, ve yine Ümit Yaşar’dan, Sevmek Delilik, Yaşayamam Sensiz gibi bir çok şarkıyla devam etti. Bu dönemde Paris’teki çalışmalarımda bana Paris Opera Orkestrası bünyesinden oluşturulmuş bir büyük orkestra ve bayan koristler eşlik ederdi şarkıların playback’leri için. Onlarla ilk kaydımda, sanırım 1969 yılıydı, orkestrayı yönetmek için stüdyoya girdiğimde, bana dinazor görmüş gibi hayretle bakıyorlardı. Az gelişmiş Türkiye’li bu genç adam nota dağıtmaya mı geldi, yoksa bu mu şefimiz? Orkestrada bulunmasını istediğim ve çok değer verdiğim bir virtüoz da oradaydı, beni kırmayıp, ortak bir dostumuzun ricasıyla gelmişti. Debussy ve Ravel’in arkadaşı ve onların eserlerini ilk seslendirenlerden en önemlisi harp sanatçısı Lilly Laskine. Bir çantanın içine konup, ”deklare edilecek bir şeyim yok” deyip gümrükten geçirilebilecek kadar küçük ve kıymetli bir biblo. Ses kayıtlarını yapan genç, Lyon konservatuarı keman bölümünü en iyi dereceyle bitiren öğrencilerden biriydi. Ben de babam gibi kendi ülkeme hizmet etme yolunu seçip dönmeye karar verdiğimde, hem oturma iznim, hem çalışma iznim, hem de sosyal sigortam vardı, ayrıca büyük kızım orda doğmuştu ve 16 yaşında vatandaşlık hakkı kazanabilecekti. Kesin dönüş yaptım ve 1975 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu için bestelediğim, Bilgesu Erenus’un “Nereye Payidar” oyunuyla tiyatro müziğine girdim. Rahmetli Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade”, Yılmaz Onay’ın “Küçük Adam Ne Oldu Sana?”, rahmetli Oktay Arayıcı’nın ”Rumuz Goncagül” oyunlarıyla sürdü çalışmalar.
1977 yılında “İstanbul Oda Orkestrası”nı kurdum ve Türk Musikisi ve Halk Müziğimizden değerli eserleri çok sesli bir biçimde sunmaya başladık. ”Beni Kör Kuyularda…” bu çizginin bir ürünüdür. 12 Eylül’de “ sakıncalı sanatçı” olup seyahat özgürlüğüm kısıtlanınca, bu hakkı, bana yakışan bir biçimde geri alabilmek için Eurovision Şarkı Yarışmasına iki şarkıyla katılmaya karar verdim. Hem de kızım Hazal’la ortak bir anımız olacaktı. Yarışmada birinciliği ve üçüncülüğü elde ettik; ”Bana Bana”, ”Bir Resimde Sen”…Ve de seyahat hakkımı. Kafaları, içine konacak malı ancak alacak boyutta olan”karton kutular”, insan’a ve sanat’a ,cehalet kapasitelerini ifade edebilecek “cm3” boyutunda yaklaşırlar. Türkiye, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanır, Uzak Asya’dan dört nala gelip…Bu toprakların ürettiği halk ezgilerden yola çıkan değerli örnekler de bizimdir, Mezopotamya’dan Arap’a giden değerli örnekler de bizimdir, Ege’den Akdeniz’e sarkan değerli örnekler de bizimdir. Benim ilk çalışmalarım Akdeniz ağırlıklıdır, ama Türk’tür, yoksa otuzbeş senedir dillerde ve gönüllerde kalmazdı. ”Memet” ve ”Hürriyete Doğru”, halk ezgilerimize ”ezgisel fanatizmin” dışında bakan örneklerdir. Aynen “Karantina’lı Despina’nın ”Türk Musikisine” müzikal bağnazlığın” dışında yaklaştığı gibi. Bu satırları okurken dahi ”satır aralarını” anlayabilmek belli bir “gönül ve kültür” zenginliği gerektirir. Aydın olmanın birinci mertebesi, düşünce, ifade, örgütlenme özgürlüğünden yana olmak, son mertebesi ise “müzikten anlamak”tır. Bizler ”müzik gıdasını” arabeskte arayan, profesör ve devlet adamlarını da bağrına basmış bir toplumuz!..
Tiyatro müziği ayrı bir disiplindir. Orda besteci, ”çarkın sağlam bir dişlisi” olabilecek gönül zenginliğinde değil de, ”ben” demeye meraklı bir ”yeteneksiz muhteris” ise, yönetmenin de oyuncuların da işi zordur. Doğru tiyatro müziği, oyun dışında icra edildiğinde eksik kalan müziktir. Dönem dönem,oyunları halkın gönlüne ezgilerle yerleştirmek adına, bağımsız şarkı mantığıyla yapılan örnekler de vardır, ”Nereye Payidar?” gibi. Ancak “Yaşar Yaşamaz”daki ”Nizami” şarkısı, oyun dışında çok az şey ifade eder, belki oyunu izlemiş olanlar için farklı bir lezzeti olabilir. 1977 yılında İstanbul Oda Orkestrasını kurdum. Bana güvenen bir avuç sanatçı dostumla. Yukarıda söylediğim gibi amaç, Halk Müziği ve Türk Musıkisi’nin soylu örneklerini halkımıza sunmaktı. Çok sesli müziği dinlemenin ve anlamanın, beynimizin algılama yeteneğini geliştirdiğine ve duyarlılığımızı eğittiğine inananlardanım. Yalnızca annemizi, babamızı, kardeşimizi ya da eşimizi değil, akrabalarımızı, arkadaşlarımızı, dostlarımızı, ülkemizi, tüm insanları dinleyip, anlayıp sevebilmek gibi bir şey bu. Bunu gerçekleştirirken, halkın gönlünde olan ezgilerden yola çıkarak çok sesliliği anlaşılabilir hale getirmeye, halka, bir hısmını farklı bir kıyafetle görmüş gibi yakın kılmaya özen gösterdim. Batı müziği sazları yanında geleneksel sazlarımızıda kullandım. Dünyayı Türkiye coğrafyasına hapsetmemeye özen gösterdim, çünkü gelecek böyle gözüküyordu. Batıya açılan pencereden yarı beline kadar sarkıp, ”O” güzel insanın, ”bağımsızlık ve özgürlük benim tabiatımdır” değişini unutup, kafa üstü çakılan “Batı Müziği” fanatikleri, kendi öz müziklerini, ”bunlarla uğraşmaya değmez” diye aşağılarken, öbür kanattaki bağnazlar, Türk Musıkisi gibi engin bir ummana metrik bir mantıkla yaklaşıp, bu müziğin gönüllerde yarattığı ruh halini, müzikal atmosferi bir kenara bırakıp, ses sisteminden dem vurdular. Birincilere, bütün büyük bestecilerin eserlerinde ait oldukları toplumun ince, süzülmüş duygu ve düşünceleri vardır derken, ikincilere de, makamsal müzikleri çalmak için üretilen, bu perdeleri veren elektronik klavyelerle çalınan örnekleri dinlemelerini, perdeler akustik fizik açısından doğru olsa da, çıkan müziğin Türk musıkisi olmadığını, bizim musıkimizin bir ”gönül musıkisi” olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu doğrultuda ele alındığında, ikinci gruptakilere, çok seslendirilecek örneklerde, o eserin gönüllerde yarattığı atmosferin belirleyici olduğunu vurguladım. Birincilere ise, farklı bir coğrafya ve kültürün türevi olan bir çok seslilik anlayışının, bizim coğrafya ve kültürümüze uymayacağını anlatmaya çalıştım. Şekerden kalelerde oturan bu kendinden menkul profesörler, unvan ve maddi olanakları ileriye dönük kısıtlayacak olan bu çizgiye karşı çıktılar, ben onların küçücük odalarının rehaveti içerisinden yükselen çaresiz seslerini, Tarih’e doğru baktığım için, anlayışla karşıladım. Çünkü bu ulus varoldukça, geleneksel müziklerimizin, otantik sazlarla yaşamaya devam edeceklerini, bunun bir kültür hazinesi olduğunu, özgün çok sesli müzik örneklerininse, ezgisel, ritmik ve armonik açıdan, form ve orkestrasyonda elde edilecek kişilikli çözümlemeler sonucunda ve Halk Müziği ve Türk Musıkisinin temeli olan ruh zenginliğinin yaratılabilmesiyle oluşabileceğini söyledim. Çünkü biz müzikseverler, teknik çözümlemelerin ağırlıklı olduğu nice ”keçi boynuzu” eseri çağdaş Türk Müziği olarak dinlemek zorunda kaldık.
Geleneksel müziklerimizden yapılan orkestrasyonlarda, o soylu örneklere kategori değiştirmemenin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Hiçbir maddi karşılık beklemeden, bir gönül zenginliği, duygu seli olarak bestelenmiş bu eserlerin, bir meta haline sokularak, ticari müzik ürünü haline dönüştürülmesi, bu ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür. Manevi değerlerinin tahrip edilmesine sessiz kalan bir ulus yarın coğrafi sınırlarının da, şu ya da bu nedenle değiştirilmesine seyirci kalabilir demektir. Kültürünü, kimliğini, şahsiyetini koruyamayan bir halk, onurunu da sınırlarını da koruyamaz. Bu vasıflarını yitirmiş bir toplumu hiçbir ordu koruyamaz. Bu eserleri çok sesli hale getireceksiniz onlara yakışır bir yöntemle ”oda müziği”, ”senfonik müzik” ya da ”dramatik eserler” şeklinde (opera, bale) değerlendirmek gerekir.Burnunun ucunu göremeyen siyaset erbabını vizyon sahibi yaptık. Bazılarına ”İkinci Atatürk” ünvanı verecek kadar tarihimizi inkar seviyesine geldik. Kişi başına düşen “gayrisafi milli hasılaya” gösterdiğimiz özeni, “gayri ahlaki milli hasılaya” göstermek işimize gelmedi. Nüfusumuzun yüzde doksandokuzu müslümandır dedik, paraya,mevkiye, üne tapar olduk.
Bir büyük AHLAK çatısı düşleyin.İçinde birbirleriyle bağlantılı bölmeler olsun. Bir bölümü ”milliyetçi demokratlara” ayırın, bir bölüm “müslüman demokratların” olsun. Bir yerde “liberal demokratlar”, komşuları ”sosyal demokratlar”, biraz ötede ”demokratik sosyalistler”. ”Bu ülkeyi en çok ben severim”, ”en imanlı benim”, ”emeği benden başkası savunamaz”, demeyen. Her bölümdeki zararlı ”fanatik’leri” ayırın. Biribirilerini yapıcı eleştirilerle sıkıştıran ve başarılarda alkışlayan bir güzel bir büyük aile düşünün. ”Milliyetçisi”, ülkesini kendi sevdiği gibi seven başka ulustan insanların varlığının bilincinde, kendisi gibi düşünmeyenlere komünist demiyor, ”pantürkist” yayılmacı emeller taşımıyor; ”Müslüman’ı” diğerini gavur diye aşağılamıyor, Mustafa Kemal’e, ailesine, Cumhuriyet’e ve devrimlerine ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sövmüyor, panislamist emeller taşımıyor ve “hepimizin Allah’ı birdir” diyor; ”sosyalisti” her iş sahibini düşman diye görmüyor, enternasyonalizmi yurtseverliğin üstünde tutmuyor, ve en önemlisi ”iman” için, toplumları uyutan afyon tanımlamasına katılmıyor…Üretken, saygılı, vicdanlı, merhametli, demokrat, namuslu insanlardan oluşan bir güzel beraberlik…
Sevgili müzik severler ben buna yürekten inanıyorum, çünkü bu insanların bizim aramızda olduğunu biliyorum, hissediyorum.
Ve yüksek sesle göğsümü gere gere sesleniyorum:
“YİRMİBİRİNCİ YÜZYIL, DÜNYAMIZDA, HER GÖRÜŞTEN AHLAKLI İNSANLARIN, AHLAKSIZLARA KARŞI VERECEĞİ MÜCADELENİN SERGİLENECEĞİ BİR TARİH DİLİMİ OLACAKTIR.”
Anlatacak çok şey var…hamdolsun elim kalem tutuyor…hem daha çok da gencim…otuzbeş şarkılık “SARI NACİYE” müzikalini henüz bitirdim…
Her zamanki dostluk, sevgi ve saygılarımla, önce eşsiz Yaradan’a, sonra, O’nun bizlere en büyük armağanı olan”aklınıza” emanet olun…
TİMUR SELÇUK/2000