Albüm Yazısı – Bedreddin

1980 yada 81 yılında Ankara Sanat Tiyatrosunda “Hikaye-i Şeyh Bedreddin” adıyla Mehmet Akan’ ın oyununu sergilemiştik. Gene kendisi sahneye koymuştu. Biraz telaşlı bir çalışma yapıldı diye hatırlıyorum. İki sözlü bölüm dışında orkestranın seslendirdiği bölümler vardı. Dönemin siyasal gerginliğinin telaşımızda payı olduğunu düşünüyorum. (Bu gün daha da telaşlıyım!…) Severek yazdığım ve izleyenlerin de mutlu olduğu bir çalışmaydı. Aradan yirmi yıldan fazla bir zaman geçmiş, zenginler daha varsıllaşırken fakirler ve orta halliler daha da yoksullaşmış. Avrupa Birliğine yeniden ırgat ve maraba ihraç etmek için “Güç Ve Para Tarikatı” üyeleri, medya, siyaset, sermaye ve bürokrasi, uzantılarıyla pagan bir ayin sergiliyorlar. (Amen!…)

Mehmet kardeşim gene benimle çalışmak istedi , bu sefer de… “Demek onu çok yormamışım” derken, “acaba tiyatrocular bana karşı bir aşı mı geliştirdi” diye düşünmekten kendimi alamadım. Bu duygularımı anlamış olacak ki, giriş müziğini beş kez değiştirdi, yani ben beş defa ayni bölümü yeniden düşünmek durumunda kaldım.Tüm yönetmenlerin intikamı alınmış oldu böylece!.

Bu kez “Halk Müziği” ahlakının müziğin bel kemiğini oluşturmasını istedim. İkiz kulelerin yıkılmasından sonra, oniki yaşında bir Amerika’ lı kızın, “ben artık daha çok Amerika’ lıyım” demesi gibi, AB iştihası nedeniyle ölçüsüz bir biçimde aşağılanan ülkemizin, AB’ ye karşı bir yurttaşı olarak, “ben her zamankinden daha çok Türk’ üm” deme gereği duydum.

Naif ama sağlam bir müzikal duygu oluşturmaya gayret ettim. Batı mantığı dikey bir armonik anlayış yerine, dönen bir çok seslilik oluşsun istedim. Ve bunun sonucunda sanki her saz ayni ezgiyi çalıyormuş duygusunu yakalamaya dikkat ettim. Yani çok seslilik bilgiçliği Halk müziği yalınlığını örtmesin diye düşündüm. Sonuçtan memnunum.(İnsan ne yaptığını en iyi kendisi bilir, hele benim gibi ukala olursa..)

Şarkıları oyunculardan oluşan bir koro seslendirdi.Bu noktada tiyatro müziği sadeliğine yaklaştığımızı sanıyorum. Gayretli ve sevecen kardeşlerimi kutluyorum. Piano, iki saz, ney, kemençe, vurma çalgılardan oluşan küçük orkestranın yeterli olacağını sanırım. Bazı bölümlerde stüdyoda hazırlanan banda eşlik edecekler. Biraz daha zengin bir renk elde etmiş olacağız. Bunlar sizi ne kadar ilgilendirir bilemem, ancak ben meraklısı için yazmak durumundayım. Bu çalışmanın ses kayıtlarını kendi olanaklarımızla gerçekleştirdik, Devlet Tiyatrolarının ödeme yapması mümkün olmuyor. Ancak Devletin hortumlanması mümkün olabiliyor.

“Hey Devlet Heyyyy… Timur Selçuk’ tan sonra kendi cebinden ödeyip müzik yapan besteci bulamayacaksın, işte o zaman ben sana öbür alemden “nanik” yapacağım, eğer hala bu sınırlarla aynı coğrafyada kalabilmişsen…”

Son dört çalışmamın arkasına uzunca yazılar ekledim. Ben bir sanatçının nasıl bir insan olduğunu bilmek isterim. Hangi konularda ona yakınım, hangi konularda uzak düşüyorum, bunu bilmek beni rahatlatır. İnsan tanıdığına yakınlaşabilir, eksik yanlarından uzak durur, iyi yönleriyle yetinirsiniz. Bu bir açık yürekliliktir. Ne olduğunu bildiğiniz insandan size kötülük gelemez. 1938 on kasım dokuzu altı geçeden başlayarak, başınıza ne geldiyse bilmeden, yeterince tanımadan desteklediklerinizden gelmedi mi, hala bu böyle devam etmiyor mu? Analar babalar, çocuklarınızı yabancı dilde eğitim yapan yüksek okullara şu yada bu nedenle yönlendirirken, “müstemleke ebeveynleri” durumuna düştüğünüzü unutmayın.

Aynı yanlış mantık bu kez sizleri, yabancı ülkede “master” mecburiyetinde bırakmaya başladı, hala uyanmadınız mı? Yabancılaşmanın getirebileceği bütün bu potansiyel tehlikelere karşı çocuklarınızı yeterince “buralı” yeterince “yurttaş” yetiştirebildiniz mi? Yoksa çocuğunuz, büyük anne, kreş, yuva, okul, dershane, sınav işkenceleriyle mi büyüdü? Servis arabasındaki sürücüyü baba, görevli ablayı da anne mi belledi? Yoksa bir kredi kartı peşinde iş bulma, ve kaybetmemenin dayanılmaz yalancı coşkusunu yaşarken çocuğunuzun kokusunu unuttunuz mu? Bana artık çok gerilerde bıraktığımız kurtuluş savaşını gerçekleştirmiş olan büyük anne ve büyük babalarımızın yürekliliğiyle cevap verin, bir dakikalığına siperlere inin, yiğitçe ve kendinizi kandırmadan cevap verin, ve başınızı öne eğmeyin. “Yabancı dil öğrenmeye evet, ama yabancı dilde eğitime hayır”. Dünyaya bakın, bütün gelişmiş, tarihiyle övünen şahsiyetli ülkelerde durum budur.

Çözümler üretin. Örneğin bir yılda ödediğiniz on bin doların yarısını devlete verin, ve evrensel düzeyde çağdaş üniversiteler oluşturulması için mücadele edin, çocuklarınız Türkçe eğitim alsınlar diledikleri yabancı dilde meslekleri doğrultusunda uzmanlaşsınlar, yayınları takip etsinler. Bu daha kişilikli bir yol değil mi?

Türkiye bir “mozaiktir”. Bu yeni numaramız. TBMM’ de kurulan bilmem ne kurulu söylemiş bunu. Osmanlı’ nın kuruluş dönemi için, yani çeşitli beyliklerin bir araya gelip Osmanlı’ yı oluşturma çabalarına belki bir anlamda yakıştırabileceğimiz bu tanımlama, yedi asır sonra Türkiye Cumhuriyeti için söylenmeye çalışılıyorsa bunun altında farklı yaklaşımlar var demektir. Amerika’ da yurttaşlık yemininde Amerika’ nın bölünmez bütünlüğü vurgulanırken, yer yüzünün en “mozaik” ülkesi bütünlükten söz ederken bu komisyonun böyle bir görüşü dile getirmesi “düşündürücünün” ötesinde bir gizli anlam taşır. AB’ ye ve ABD’ ye yaranma yalakalıkları bizleri daha nerelere götürecek? Mücadeleye hazırlıklı olalım.

Katile, vurguncuya, ırz düşmanına “komşumun evine benim balkonumdan geçebilirsin” diyorsun. Bunun için meclisten onay çıkartmaya kalkıyorsun. Öbür alemde nasıl hesap vereceğini bilmediğimiz bir rahmetlinin “bir koyup üç alacağız” mantıksızlığıyla, meclise baskı yapıp, ülkeyi tehlikeli bir maceraya sürüklemeye, basın asalaklarınıda yanına alarak kalkışıyorsun. Bu gün elliye yakın Türk kamyon şoförünün öldürüldüğü bir Irak savaşında, savunduğunuz bu tezkere geçmiş olsaydı kaç şehit vermiş olacaktık hiç düşündünüz mü? Bu nasıl bir yurtseverlik anlayışıdır? Postmodern, neo liberal, ikinci Cumhuriyetçi mi?

Yirmi yedi milyona yakın yurttaşımızın açlık ve yoksulluk sınırında yaşadığı bir ülkenin üst düzey yetkilileri olarak, sıkılmadan, utanmadan, devlet olanaklarını kullanarak, aile fertleriniz için, savurganca, sünnet ve düğün törenleri yapmak ve bunu bir kazanç kapısı oluşturacak şekilde düzenlemek nasıl bir müslümanlıktır?

Dinimizde gösteriş ve savurganlık var mıdır? Bizleri ahmak mı zannediyorsunuz arkadaşlar, bu günün yarını yok mu arkadaşlar, demokrasi tramvayına neden bindiğinizi bilmiyor muyuz arkadaşlar, Yaradan’ ın eşsiz adını siyasete neden, nasıl alet ettiğinizi bilmiyor muyuz arkadaşlar? Atatürk’ ün resminin önünde bir TV konuşmasında bizlere bunları anlatın bakalım arkadaşlar. Herhalde bu “BOP” çevresindeki “ılımlı islam” anlayışının bir ürünüdür diye düşünüyoruz!… (Ayrıca Gazi’ nin resminin önüne hiç mi hiç yakışmıyorsunuz).

Gelecekteki felaketlere karşı şimdiden korunma iç güdüsüyle birleşmek mecburiyetinde kalmış olan Avrupa. Nato’ da olduğu gibi, doğudan gelecek saldırıda Mehmet’ çik ölürken zaman kazanmayı planlayan, bunun için TSK’ yı öven, diğer yandan sözüm ona anti militarist bir tavırla TSK’ yı yıpratmak için her fırsatı değerlendiren Avrupa.

Onaltı yaşına gelince çocuğunu kapıya koyan Avrupa. Elli yaşına gelmiş insanını yaşlandı diye dışlayan, yalnızlık ve intihara yol gösteren Avrupa. Alkolizm, uyuşturucu, tütün, pornografi ve her türlü pisliğin yeşerip gelişmesine, insanlığa bulaşmasına, maddi kazanç nedeniyle göz yummuş olan Avrupa. Yarın ne olacağı belli olmayan Avrupa. Aydınlanmasının kaynağı olan bilim, felsefe ve sanatı bir yana bırakıp, bilim türevi teknolojiyi, üretim ve tüketim ilişkisine indirgemiş olan Avrupa. Sen “kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen tek dişi kalmış bir canavarsın”.
Altmışlı yıllarda, doğurduğu ancak bakamayacağı çocuğunu evlatlık veren cahil aileler gibi, insanlarını bavul-sepet gurbet ellere “modern köleler” olarak yollamış bir Türkiye. Kopmuş, dağılmış aileler, ahlak-kültür ekseninde çatışmalar, porno film çevirmeye başlayan üçüncü kuşaklar, aşağılanan, yollar kesiştiğinde kaldırım değiştirilen Türk’ ler, Türk olduğunu yada Türk kökenli olduğunu saklayan gençler, eserinle onur duy ey siyasetçi-bürokrat-sermaye-medya dörtlüsü, “mahşerin dört atlısı”. Atatürk sonrası, Cumhuriyetten kim karlı çıktıysa, bu gün AB’ ye girmekten kazançlı çıkacak olan gene onlardır. Yani yukarıdaki “dörtlü”. Atatürk’ e böylesine saldırılmasının nedeni, O’ nun “demokrasi, çağdaşlık ve müslümanlık” kavramlarını birleştirmeyi akıl ve bilek gücüyle başarmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu saldırılar bizim onur kaynağımızdır.
Ben böylesi iki yüzlü bir AB’ ye bütün gücümle “HAYIR” diyorum.

Şimdi “EVET” diyeceğim AB’ ye gelelim. Kendisini “tek” zanneden batı medeniyeti zihniyeti yerine, bu medeniyetin doğu kökenli, batı Anadolu kökenli, Asya ve uzak Asya, Mezopotamya ve Arap katkılı olduğunu söyleyebilen, çoğulcu bir uygarlık anlayışına sahip bir Avrupa. Adil ve Hak’ça bir maddi ve manevi değerler paylaşımını öngören bir Avrupa. Kendisinden saymadıklarına piramitleri inşa eden köle gözüyle bakmayan, emeğin üstünlüğüne ırkçı yaklaşımları bulaştırmayan bir Avrupa. İkinci dünya savaşını hazırlamış olan zihniyeti, yeni ambalajlarla sunmaya çalışan gerici “siyasetçi-bürokrat-sermaye ve medya” kalıntılarını etkisizleştirmiş bir Avrupa.

İnanç, iman konusundaki manevi değerleri, kendilerine tanıdıkları halkar kadar değerli, kutsal ve geçerli sayan bir Avrupa, her fırsatta müslümanlara saldırmayan bir Avrupa. Tükenmiş bir felsefe ve sanat, aile ve ahlak anlayışını, yeni insanların getireceği “yeni bir insanlık anlayışıyla” değiştirebileceğine yürekten inanan, kaybettiği insani değerleri yeniden yakalamaya azimli, yani “insana inanan” bir Avrupa.

Gelelim bizlere:
Bu tükenmişliklere, kültüründen kaynaklanan taze insan değerleriyle girmek için, “kültür seferberliği” başlatmış olan bir Türkiye.Tarihiyle, müziği ve tüm kültür değerleriyle, Türk’ lüğünden, Anadolu’ luğundan, ve müslümanlığından kaynaklanan bütün artı değerleri araştırıp gün ışığına çıkarmış AB’ ye ve insanlığa sunmaya hazır bir Türkiye. Kendi geç kalmış “aydınlanmasını” gerçekleştirecek öz güvene sahip bir Türkiye. Yarınları, yalnızca AB ekseninde değil, tüm komşuları, ve Asya ve Uzak Asya bağlamında değerlendirip ileriye dönük uzun vadeli planlarını yapmış bir Türkiye. Siyaset-sermaye-bürokrasi-medya dörtlüsünden, “Güç ve Para Tarikatı” pisliklerini temizlemiş, ulusal değer ve çıkarlarına yürekten bağlı, ama aynı zamanda, barış, dostluk ve karşılıklı milli menfaatler ekseninde ortak bir dil konuşan, yarınların dünyasının onurlu ve faydalı bir üyesi olan, aynı zamanda yurttaşlarının “yeni dünya vatandaşı” kimliğini taşıdığı, bir “yeni dünya Türkiye’ si”. “Ahlaklı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” üst kimliğini onur duyarak taşıyacak, aynı zamanda, “ben Kürt’ üm, Alevi’ yim” gibi alt kimliklerini aynı coşku ve onurla taşıyabilecek yurttaşlarını güven duygularıyla oluşturmuş bir Türkiye.

İşte ben böyle bir AB’ ye gönülden “EVET” derim. Yeteneği, ahlak ışığında, duyarlılık ve beden diliyle bütünleştirip, Yaradan’ a, “sema” ve “semah”la hamd edecek gönül zenginliğini bir Anadolu olgunluğu olarak insanlığa sunmuş olan, müslüman kardeşlerim… Alevi’ ler , Mevlevi’ ler…, “Ahlaklı Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” üst kimliğinden asla ödün vermeden iman ve inançlarını barış, üretkenlik ve dayanışma içerisinde yaşayan, öbür aleme inanan, inanmayan diğer değerli kardeşlerim… sizler, çağdaşlığın, yalnızca ekonomik zenginliğe indirgenmemesi gerektiğini savunan bir Türkiye’ nin temel taşlarısınız. Ahlaksız bir kalkınmanın sonunun “emperyalist saldırganlık” olduğunu artık hepimiz, Irak savaşıyla birlikte anlamış olmalıyız. Sizlere saygılarımı sunuyorum. Bu çalışmanın her notasında, Kahramanmaraş, Ankara Bahçelievler ve Sıvas Madımak vb… katliamları yüreğimde yaşattığımın bilinmesini isterim.

Sevgili kardeşim Ahmet Priştina… dayanışma, sevgi, saygı ve dostluk içerisinde geçen otuz yıla yakın gönüldaşlığımızı, bu çalışmamı sana ithaf ederek belgelemek isterim. Çok sevdiğin müzik sanatıyla birlikte de adın anılsın. Dilerim bu müzikler senin hizmetlerin kadar değerli ve uzun ömürlü olur. Her kişi dostunu, kendisine ve dostluğuna yakışan bir biçimde anmalı. “Giderayak işlerimi bitirdikten” sonra görüşmek üzere sevgili kardeşim.

Kulak sağlığım pahasına, ısrarla söylemeye gayret ettiğin, “gün doğmadan, deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola” şarkısını, tekrar, tüm dostlarla birlikte söyleyene kadar Allah’ a emanet ol.