29 Ekimde Güneydoğu… Ve Kadınları
*Ahlâklı İnsan, Ahlâklı Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı…
“Zor sorular yakıcıdır, ama aydınlatıcıdırlar”
“Ahlâktan” ne anlıyoruz: …. üretken, paylaşımcı, merhametli, acılara duyarlı, ailesine ve yurduna bağlı olmak, insanları sevmek, zalimin zulmüne karşı çıkmak, sessiz kalıp ortak olmamak vs…. Bütün bunlara, siz, gönlünüzdeki “insanı insan yapan” değerleri de ekleyebilirsiniz,…aile terbiyesi, görgü, eğitim gibi…
* Ahlâklı bir yabancı ya da farklı etnik kökenli ahlâklı bir kişi mı dostunuz olsun, yoksa ahlâksız bir Türk mü?
* Ahlâklı bir Yahudi, Hristiyan ya da Budist mi dostunuz olsun, yoksa Müslüman olduğunu söyleyen bir ahlâksız mı?
* Eğer erkekseniz, ahlâklı bir kadın mı dostunuz olsun, yoksa ahlâksız bir erkek mi?
* Eğer sol görüşlüyseniz, ahlâklı bir sağcı mı dostunuz olsun, yoksa ahlâksız bir solcu mu?
Bu soruları çoğaltın, ferahlayacaksınız, ve ne kadar boş işlerle zamanharcamış olduğunuza yanacaksınız.
***Bütün topraklar “güçle kazanılmış”, o toprağın “ilk sahibini” aramak, samanlıkta iğne aramakla eş değer, çünkü bulmak mümkündeğil. O topraklarda ilk kez avlanıp hayvanlarını otlatmış olan, üreyip çocuk sahibi olanları mı arayıp bulacaksınız? İnsanlar iç içe geçip karışmışlar, yerine göreaz ya da çok. Bunun aksini düşünmek ve istemek “savaş nedeni”. Hiçbir ülke bir karış toprağınıvermek istemez. Ancak güç kullanarak “alabilir”, ya da kendiniz için uygun gördüğünüz bir deyimle …“geri alabilirsiniz”.
Yüzyılımızda “siyaset”, “savaşın” yerini almış, tükenmek bilmeyen ihtirasların arenası.
“Bin yıldır birlikte yaşıyoruz, kız aldık, kız verdik”… ninemin masalları…şeytan, doymak bilmeyen hırsların kılavuzudur, ve kılavuzu şeytan olanın sonu tarihte hep aynıdır.
“Feodal düzen içerisinde dilediğiniz gibi yaşayın, bana vergi verin, gerektiğinde benim için savaşın, benim düzenimi bozmayın, ne isterseniz yapın, birbirinizle didişebilirsiniz, kan davası güdebilirsiniz, kendinizi diğer aşiretlere karşı korumak için özel “kaleler” ve “silahlı güçler” oluşturabilirsiniz, her türlü kaçakçılık, eşkıyalık ve yasa dışı işler yapabilirsiniz, yeter ki “düzeni” bozmayın, …günümüzde ise…”yeter ki bize oy verin”...
Osmanlı ve 1946 sonrası Cumhuriyet döneminin güneydoğuya bakışının özü bu, aferin Osmanlıya ve çok partili Cumhuriyete !…
***Fransız ihtilâliyle birlikte ulusçuluk akımları her yönde hızlayayılmaya başlamış. Güneydoğuda 19cu yüzyıl başlarında bu talep doğrultusunda ilk toplu ayaklanmaları görmek mümkün. Bu bir “damar”, bir aidiyet simgesi, varoluş nedeni ve amacı. Bütün halklar için geçerli, bazen küllenir ama hiçbir zaman yok olmaz. Ancak maddî ve manevî zenginliklerin adil bir biçimde paylaşılmasıyla dengede tutulması mümkün olan bir toplumsal olgu. Yani “demokrasi” ve “ekonomik yeterlilik” buradabelirleyici.
İlk yıllarında Cumhuriyet, Türkiye genelinde dengeli bir büyüme programı gözetmiş, bölgecilik yapmamış, etnik kökene dayalı bir siyaset gütmemiş. Buna rağmen 1923 ten hemen sonraki ayaklanmaları önleyememiş. Bölge, özellikle yeraltı zenginlikleri nedeniyle yabancı güçlerin her zaman iştahını kabartmış. Bu “iştah”, “ulusçuluk damarıyla” örtüşünce çatışmalar yaşanmış, ve devlet tarafından “gereken yapılmış”. Bu bir güçler dengesidir, sevince de, kedere de yer yoktur, tarih gerekeni yapmıştır. Ancak “az hatalı” yani “sağlıklı“ olan bulunamamış, sorun devredilmiş.
Coğrafya ve insan ayrılmaz bir bütün oluşturuyor, sarp ve zahmetli bir toprak, gruplaşmayı, dayanışmayı, ve yalnızlığı, yaşamı sürdürebilme adına teşvik ediyor. Birbirini yakın bilenler klânlar, kabileler, aşiretler oluşturuyorlar. Düzen, yaşam koşulları gereği oluşan, herkes için geçerli olabilecek kurallar bütünü doğrultusunda yürütülüyor, ve zaman içerisinde, örf, âdet, töre denen belirleyici yasalar meydana geliyor. Bu düzeni önce bir kişi, sonra da ailesi temsil ediyor ve yönetiyor.Coğrafya, bu grupların sıkça görüşebilmesine ve kaynaşabilmesine imkân tanımadığı için, konuşulan ortak bir dil de oluşamıyor, aynı etnik kökenden olduğunu söyleyen insanlar birbirini anlamıyorlar. Liderlik el değiştirmesin, sürsün diye, insan toplulukları, toprak temelinde aşiretlere dönüşüp bütünleşiyor, ve yakınlaşmaları, kan davası, arazi paylaşımı gibi kavgalarla engelleniyor. Orta Çağ feodal sistemi bu gün halâ geçerliliğini koruyor, ve bir takım aşiret temsilcileri “demokrasiden” dem vurabiliyorlar.
*Devletin bütünlüğünden yana olan, etnik kökenleri saklı kalmak koşuluyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu benimsemiş feodal aileler var. Bu birinci grup aileler sessiz sedasız olayları izliyorlar ve devletten ilgi bekliyorlar.
*İkinci grup feodal aile zihniyeti, çıkarı gereği etnik kökene dayalı bir ayrışma tehdidini diri tutan bir yolu tercih ediyor. Bunu başarabileceği için değil, yasa dışı rant kaynaklarının pazarlığını diri tutup sürdürebilmek için kullanıyor.
*Üçüncü grup aşiret zihniyeti, dinsel inanç, cemaat, tarikat ekseninde bir tercihle, bu doğrultuda geçmiş ezilmişliklerini öne sürerek, durumdan pay çıkartmaya çalışıyorlar.
*Dördüncü grup, olayları izleyip gelişmeler doğrultusunda karar almayı tercih ediyor.
*Beşinci grup ise bezmiş insanlardan oluşuyor. Yurttaş aidiyetlerini ve etnik kimliklerini yok saymak pahasına, feodal zihniyetin hakim olduğu bölgeyi terk edip batıya gidenler olduğu gibi, başka ülkelere göç etmeyi ve hayatını yeniden kurmayı düşleyenler de var. Bu grup en mutsuz olanı.
Varoluş nedeni yukarıda söylediğim gibi “ayrılık” ve “yalnızlık” olan bir anlayış, yaşadığımız olaylara da “ayrışarak” bakıyor.
***İkinci dünya savaşı sonrası oluşturulan çok partili siyasal sistem, 1946 dan başlayarak, Cumhuriyeti kuran temel değerlerden saparak bu günlere geliyor. Yayılmacı, istilacı saldırgan zihniyete karşı verilmiş olan mücadeleyi besleyen “Kurtuluş Savaşı” ruhu, Sovyet tehdidi korkusu neden gösterilerek, denizaşırı “baş yayılmacının” dümen suyuna doğru yol alıyor. Eğitim, sağlık, adalet, ekonomi gibi temel değerler Cumhuriyeti oluşturan ana eksenlerinden saptırılarak, dış dayatmalar doğrultusunda ülkeyi yönetmeyi kabullenen siyasî çizgilerle hayata geçiriliyor. İktidarlar çevresinde “rant halkaları” oluşuyor. Bürokrasi, siyaset, sermaye, medya, “mahşerin dört atlısı” olarak hayatımıza giriyor ve belirleyici yönetici ve yönlendirici güç oluyorlar, dünyayı yönetmeye soyunan “Güç ve Para Tarikatına” (GPT) eklemlenebilmek için ödünler veriyorlar. Her iktidar, oy uğruna, bazı dinî liderleri ve aşiret temsilcilerini milletvekili, bakan ya da üst düzey bürokrat yapıyor. Bu kişiler kendi cemaat ve aşiretlerine karşı daha güçlü bir konuma gelme olanağı buluyorlar, ve elde ettikleri rantı, kendi iç düzenleri doğrultusunda, en büyük pay kendilerinin olmak üzere dağıtarak, vazgeçilmez, tartışılmaz “hami” konumlarını pekiştiriyorlar. İktidarlara yakınlıkları doğrultusunda, her dönemde “papatya hamiler!” oluşuyor. Yönetenler Atatürkçülüğü bir kalkan gibi kullanarak “bala bandırdıkları parmaklarını” yalıyorlar. Etnik kimliği öne çıkartmamak koşuluyla “bölgeci”,… “dinî ” değerleri öne çıkartmamak koşuluyla “dinci” olunabiliyor,… yeter ki bu kavramlarla siyaset yapılmasın.
***Ancak “dinci ve bölgeci” iştahın bu kadarla doyması mümkün değildir.
*Dinci iştah, daha yoğun siyaset yapmak ve rant sağlamak isteyen cemaat ve tarikatlarla iş birliği oluşturur, bunu benimsemeyen cemaat ve tarikatlar dışarıda kalırlar. Siyasî parti, siyasî sermaye, siyasî eğitim, siyasî medya, siyasî bürokrasi yapılanmaları örgütlenir ve hayata geçirilir. Geçmiş iktidarlardan alınan “siyaset-kişisel kazanç” derslerine kendi yeteneklerini!..de eklerler. Gerekli dış kaynaklı maddî katkı ve siyasî destek, ileriye dönük tavizlerle sağlanır. Tek mübarek amaç, bu kez balı tutan parmakların “kendi parmakları” olmasıdır. Artık villâlar da, cipler de, gemiler de, uçaklar da onlarındır.
*Bölgeci iştah farklı bir kaynağı kullanır. 1970li yılların ikinci yarısı, sol düşünce ve buna bağlı hareket ve örgütlenmelerin yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde sol düşüncenin içerisine “etnik” farklılığa dayalı bir akım aktarılır. Ben o günleri yaşamış bir kişi olarak, “aktarılır” tanımlamasını bilerek kullanıyorum. Sol görüşte etnik ayırımcılıktan yola çıkan bir mücadele anlayışı yoktur, eğer o etnik topluluk yok edilmek istenirse, ancak o zaman bir mücadele söz konusu olur, bu durumda da bu mücadeleye tüm devrimci güçler etnik köken gözetmeksizin katılırlar. Ben bu ayrımcı düşüncenin, o dönem Sovyet ve Amerikan politikalarının bir mikrobu olarak sol hareket içerisine bulaştırıldığı kanısındayım. İleriye dönük olarak Türkiye’nin dengesini bozabilecek bir kavramı sol içerisinde de oluşturmak, her yönden ülkeyi zayıflatmak. Bu gün de, bu konudaki görüşlerimde hiçbir değişme olmamıştır.
O günlerde güneydoğu kökenli sol görüşlü gençler, o yöreye egemen olan feodal yapıya karşı bir halk hareketi başlattılar. Bundan en çok bazı aşiret aileleri rahatsız oldular. Feodal düzenin korkusu Ankara’daki iktidarlar değil, kendi egemenlikleri altında yaşayan insanlardı. O insanlar uyanır ve korku imparatorluğu haline dönüşmüş feodal düzen ve onun korkuyu yaşatmaya ve egemen kılmaya yarayan “töre” geleneğine karşı çıkarlarsa tüm iktidarları yok olacaktı. Silahlı bir biçimde bu harekete karşı çıktı bu aşiretler, sözüm ona devlete destek oldular. 12 eylül sonrasında ise devlet, bu silahlı aşiret desteğine, vaktiyle feodal yapıya karşı çıkmış olan bu gençlere, hiçbir ayırım gözetmeden “bölücü” damgası vurup türlü işkencelerden geçirerek karşılık verdi ve borcunu ödedi.
12 Eylül işkenceleri ve hapislikleri bu hareketi farklı bir yöne sürdü. Feodal yapı, kullanıp yönlendirebileceği bir silahlı bölücü gücün, Ankara ile her zaman pazarlık yapmasına olanak tanıyacağını anladı, ve bu hareketi farklı bir yöne doğru sürükledi. Bu doğrultuda Irak’ın kuzeyindeki iki büyük aşiretin, ve “denizaşırı yayılmacı” ve “Avrupalı yayılmacı” çıkar çevrelerinin de desteğiyle, “RANT İÇİN TERÖR ÖRGÜTÜ” oluşturuldu, hem “siyasal” hem de “parasal rant” için.Bu örgüte “bölücü örgüt ” dendi. Ancak bu örgüte destek olan iç ve dış güçler, 25 yılda 30 bin kayıpla, 100 yılda 120 bin kayıpla, “Kurtuluş Savaşını” başarmış bir halkın bölünemeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Bu durum, güneydoğudaki ve Irak’ın kuzeyindeki bazı aşiretlerin, kaçakçılık ve siyasî yatırım işlerini yürütebilmeleri ve bu doğrultuda iktidarlarla pazarlık yapabilmeleri için bir tezgâhtı sadece, ve bu tezgâhtan örgütün yöneticileri de pay alacaktı doğal olarak. Denizaşırı ve Avrupalı yayılmacılar da, kendi çıkarları doğrultusunda, silâh ve mühimmat konusunda bu rant örgütünü desteklediler, kaçakçılığa ve bölücülüğe göz yumdular.İleriye dönük olarak planlanan Irak saldırısı için Türkiye’nin zayıflatılması gerekirdi, yeni oluşacak Orta Doğuda güçlü bir Türkiye işlerine gelmezdi. Sonraları aşiret-devlet dayanışması çerçevesinde devreye sokulan korucu sisteminin özünün, halisane yurtsever duygular olmadığı da bir başka gerçektir. Bu korucuların belli bazı aşiretlerden seçildiği ve devletin bu aşiretlere bu görev karşılığında ödeme yaptığını biliyoruz. Yani devlet içinde devlet oluşturuldu.
***Cumhuriyet döneminde Türk devleti, yeterli olmasa bile, güneydoğuya yatırımlar yaptı. Yol, su, elektrik, okul, hastane, üniversite vs… Yeterli mi?… tabii ki hayır. Peki feodal sistem, bin yıldır kendi kökdaşları için ne yaptı? … hiçbir şey. Güneydoğuya yapılan maddî destekleri aşiretler aldılar ve batıda kendi çıkarları doğrultusunda özel yatırımlar için kullandılar.
*Bu gün “rant için terör örgütü” üzerinden yapılan pazarlıklara kanmamak gerekir. Güneydoğuda yaşayan kardeşlerimizin çıkarı, ülkemizdeki tüm hakkı yenen ahlâklı insanların yanında olmak, ve onlarla birlikte ortak bir örgütlü mücadele içerisinde bulunmaktır.
*Demokrasi açılımı, emeğin adil bir biçimde değerlendirilmesidir, seçim barajıdır, parti içi demokrasidir, dokunulmazlıkların kaldırılmasıdır, feodal zulmün önüne geçmek için toprak ve vergi reformlarıdır, nüfus planlamasıdır, kadın haklarıdır, (özellikle güneydoğudaki kadınlarımızın durumu içler acısıdır), eğitim, hukuk, sağlık konularıdır.
*Bir etnik kökenin ismi üzerinden demokrasi talebi, yalan ve ikiyüzlülük kılıfıdır.
*Kadınların ve çocukların gösterilerde ön saflara sürülmeleri, feodal zihniyetin kadına ve çocuğa bakışının göstergesidir. Kadın, bir doğum makinesi olarak, ileriye dönük etnik kimlik nüfusunun artması doğrultusunda kullanılmaktadır, bunun dışında hiçbir değeri yoktur.
*Kendi kökdaşını, çocuk, kadın, yaşlı demeden öldürebilen bir terörist zihniyet muhatap kabul edilemez, bu katil zihniyetin simgesi haline gelmiş isimler akıl hocası olamaz.
*25 yıldır yaşadığımız bu acılarda basiretsiz politikacıların payı büyüktür, bu bölgeye yatırım yapmayan, ama dünyanın en zengin yüz ailesi içine girebilmiş olan sermayenin günahı büyüktür, mevki kaybı korkusuyla sesini yükseltmemiş olan bürokrasinin ayıbı büyüktür, gerçekleri yansıtmayan medyanın sorumsuzluğu büyüktür.
“GÜÇ ve PARA TARİKATININ” amacı, güneydoğu, Orta Doğu, ve Asya’yı, yeni tüketim bölgeleri olarak büyük sermayenin kullanım alanına katmaktır. “GPT” savaş dönemleri için silâh, barış dönemleri için tüketim malları üretmek için vardır.
***AÇILIMdenilen ucube, büyük güçlerce, tamamen yok edilmeden, gerektiğinde ileride kullanılmak üzere geçici olarak etkisizleştirilmek istenen, rant için terör örgütünün mirasının, teröre destek vermiş bir kısım aşiretlerle, iktidar kaynaklı tarikat uzantıları arasındaki “paylaşım kavgasının” adıdır. Feodal aşiret, belediyelere verilecek yeni özerk yetkiler sayesinde, kaybetmesi muhtemel, terör dönemindeki yasa dışı rantlarının telâfisi, ve başlaması kaçınılmaz olan yeni tüketim hareketinde yer tutma hazırlığı çabasındadır. Diğer taraf ise, o bölgedeki siyasal silinmişliğini yakın seçimler doğrultusunda tedavi etme ve yeni tüketim hareketinde yandaşlarına ticarî alanlar yaratma telâşı içerisindedir.
***Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık saygın mevkilerdir. Bu makamları “geçici süreli” olarak insanlar temsil ederler. İnsan, Yaradan’ın eseri olduğu için değerlidir. Ancak bu mevkilerdeki insanların kişiliklerine, görüşlerine ve uygulamalarına değer vermek, saygıduymak, muhabbet beslemek gibi bir zorunluluğumuz yoktur.
“ İsra Suresi 16ncı ayet:
“…Biz bir ülkeyi / medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşılarına emirler yöneltiriz / onları yöneticiler yaparız da onlar, orada bozuk gidişler sergilerler. Böylece o ülke / medeniyet aleyhine hüküm hak olur; biz de onun altını üstüne getiririz”… (Yaşar Nuri Öztürk meali)
Cumhuriyetimizin ahlâklı yurttaşları, çok geç olmadan aklımızı başımıza toplayalım, eşsiz Yaradan böyle söylüyor.
*** VE KADINLARI…
***Sevgili okurlar, güneydoğulu kadınlardan gelen iletiyi sizlere aynen sunuyorum:
….. “ İNSANLARA…
Basından aldığımız bilgiye göre, cumartesi günü Muradiye’de yine içimizden biri “kocandır bir şey olmaz” dedikleri kocalardan biri tarafından sopayla dövüle dövüle öldürüldü. İşte o yere göğe sığmaz ataların …“baba evinde doğdun, koca evinde öleceksin”… sözü yine bir mezar taşına yazıldı.
Sevgili kadınlar! Babamızın, kocamızın, ağabeyimizin ve daha nicelerinin eli ölüm kapısını bize açmadan durdurmalıyız şiddeti. Kaybedecek zamanımız, akıtacak kanımız, verecek canımız yok. Doğuyoruz, babamızdan, ağabeyimizden, akrabalarımızdan çekiyoruz, evleniyoruz, kocamızdan, kocamızın akrabalarından çekiyoruz. Kimseden destek alamıyoruz. Babamız “çocuklarını bırak gel” diyor, annemiz “kocandır çek” diyor.
Evde köle gibi çalıştırılıyoruz. Altınlarımıza, mirasımıza, paramıza el konuluyor. Hiçbir hak iddia edemiyoruz.İmamı, muhtarı, korucusu burnumuzdan getiriyor, sesimizi çıkaramıyoruz. Kime sorsan kadına yönelik şiddete karşı ama kim mücadele ediyor? Kim sesini çıkarıyor? Kadınların yaşadıkları bunca işkence toplumun ve devletin sorunu değil mi? Köylüler A.E’nin evlendiğinden beri şiddet gördüğünü biliyorsa neden sessiz kaldılar, jandarmaya savcılığa neden bilgiverilmedi? Devlet, medya ve de karşıyım diyenler ne kadar samimi? Şiddeti durdurmak kimin sorumluluğunda? Elini taşın altına koymadan, yasaları doğru düzgün uygulamadan, herkesin duyarlılığını sağlamadan şiddeti oturdukları yerden önleyebilir mi? Kadını ezen, vuran, aşağılayan, öldüren bu insanlar deli değil. Hiçbirisi hasta değil. Hukukçusu, doktoru, öğretmeni, esnafı, müdürü, polisi, askeri, milletvekili, yazarı, çizeri, çevrenin sevdiği saydığı insanlar, evimizde, iş yerimizde, sokakta, ellerini bedenlerimizden çekmiyorlar. En demokratından sağcısına, çocuğundan yaşlısına, fakirinden zenginine, işçisinden patronuna öfkesini, nefretini kadına kusuyor. Aşığım diyor kıskanıyor öldürüyor, namusumdur diyor tecavüz ediyor, öldürüyor. İtaat bekliyor, sinirleniyor öldürüyor. Bütün bu yaşananlara bir de sessiz kalmak ekleniyor. Sessiz kalanlar da öldürenler kadar suçludur.
Sevgili kadınlar, hayatımızı başkalarının kontrolüne mi bırakacağız? Biz kadınları hayatın içinde bedeli biçilmiş gölgeler sanan bu insanlara ölünceye, öldürülünceye kadar kul mu olacağız? Bir gün gelir ki sopası sırtında kırılır, kemeri bedenine yapışır, bıçağı boğazına dayanır, silahı bacağına yönelir, soluğu ensende biter, bileği saçımızı yolar…
Kadınlar! Kendi aramızda dayanışmamız çok önemli. Hakkımızı bu adamlara helal etmeyelim. Bu erkeklerle hayatımızı paylaşmayalım artık. Kendini değiştirmeyen, öfkesini kontrol edemeyen, sinirliydim o yüzden vurdum diyen, “erkeğin kölesi olun, haklarınızı aramayın” diyen ister başbakan olsun ister olmasın bu zihniyetin dudaklarının arasında yaşamayı kabul etmeyelim artık.
Sevgili Erkekler! Kadına yönelik şiddet kadınların olduğu kadar sizlerin de sorunudur. Kadına karşı şiddet insanlık ayıbıdır. İnsanlar arasında kadın erkek ayırımı yapılmasına karşı durmalısınız. Seçimlerimiz şiddetsizlikten yana olmadıkça Muradiye’deki A.E’nin ölümü son olmayacak, sırada her birimizin adı olacak, son kadın da ölene dek…”
…Kardeşlerim,… Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun…